Thursday, April 29, 2010

OSMANLI TARIHI

SMANLI PADİŞAHLARININ SON ANLARI:

OSMAN GAZİ

Osman Gazi, fazla yorgunluktan kaynaklanan "nikris illetinin artması ile hareket edemez bir hale gelmiş ve oğlu Orhan'ı 720 H. /1324’de yerine vekil tayin etmişti. Memleketini üç adet vilayetine ayırarak, Bizans zararına genişletmek için askeri işleri dahi tanzim etti. Bu sebeple Bursa fethinde bizzat bulunamamıştı. Kendisine fetih müjdesi geldiği zaman vefat etmek üzere idi. Vefat etmeden evvel, adeta devlet-i aliye’nin altı asır değişmeyen anayasası olan meşhur vasiyetini yaptı. Vasiyetnamenin özü şöyledir: "Allahu Teala’nın emirlerine muhalif bir iş işlemiyesin! Bilmediğini ulemadan sorup anlayasın. İyice bilmeyince bir işe başlamayasın. Sana itaat edenleri hoş tutasın. Askerine in'amı, ihsanı eksik etmeyesin ki, insan ihsanın kulcağızıdır. Zalim olma! Âlemi adaletle şenlendir. Ve Allah için cihadı terk etmeyerek beni şad et! Ulemaya riayet eyle ki, din ve devlet işleri nizam bulsun. Nerede bir ilim ehli duyarsan ona rağbet ve yumuşaklık göster; Askerine ve malına gurur getirip ulemadan uzaklaşma. Bizim mesleğimiz Allah yoludur ve maksadımız Allah'ın dinini yaymaktır. Yoksa kuru kavga ve cihangirlik davası değildir. Sana da bunlar yaraşır. Daima herkese ihsanda bulun! Memleket işlerini noksansız gör! Hepinizi Allahü Teala’ya emanet ediyorum."

Bursa Gümüşlü kümbete gömülmesini isteyip rahmet-i Rahmâna kavuştu. Osman Bey, vasiyeti üzerine, geçici olarak gömülü bulunduğu Söğüd’den alınarak Bursa’daki Gümüş Kümbet’e defnolunmuştur.

ORHAN HAN GÂZİ

Rumeli’ye geçişin kahramanı Lüleburgaz ve Çorlu’nun Fatihi Süleyman Paşa’nın atının ayağının sürçmesi sonucunda düşerek vefat etmesine çok üzülen Orhan Gazi rahatsızlandı. Veliahtlığa getirdiği Murad Beye şu nasihatlerde bulundu:
“Oğul, saltanatına mağrur olma. Unutma ki, dünya, Hazret-i Süleyman’a kalmamıştır. Cennetmekân babam Osman Gazi Han, bir avuç toprağı beylik yaptı. Biz Allah’ın izniyle beyliği sultanlığa çevirdik. Sen daha da büyüğünü yapacaksın. Osmanlıya iki kıt’a üstünde hükmetmek yetmez. Selçuklunun vârisi biz olduğumuz gibi Roma’nın vârisi de biziz. Oğul, Kur’an-ı Kerim’in hükmünden ayrılma. Adaletle hükmet. Zalimleri cezalandırmakta tereddüt gösterme. En kötü adalet, geç tecelli eden adalettir. Oğul, biz yolun sonuna geldik, sen daha başındasın. Cenab-ı Mevlâ saltanatını mübarek kılsın.”

Zaten iyice yaşlanmış olan Orhan Gazi, fethedilen topraklardaki ahâliye Osmanlı adâlet ve müsâmahasını, din ve vicdan hürriyetini tattıran oğlu Süleyman Paşanın ölüm acısı da buna eklenmesiyle, âlem-i fenâdan bekaa âlemine rıhlet etti. (761H./1360) Bilinmeyen Osmanlı’da vefat tarihi olarak Nisan 1362 verilmiştir. Bursa'daki Gümüşlü Kümbet'e defnedildi.

MURAD HUDAVENDİGÂR HAN GÂZİ



Sultan Murad'ın Anadolu'da uğraşmasını fırsat bilen müttefikler ordusu Sırp Lazar kumandasında Sırp, Boşnak, Bulgar, Ulah, Arnavut, Leh ve Macarlardan mürekkepti. Sultan Murad Han 60.000 kişilik bir kuvvetle 100.000 kişilik bu müttefik kuvvetlerini Kosova'da karşılaştı. Gece Osmanlı saflarına doğru kuvvetli bir rüzgar esip askere göz açtırmıyordu. Gâzi Hünkâr bu vaziyetin muhârebede vücuda getirebileceği felâketi düşünüp elem duydu ve Cenâb-ı Hakka sığınarak, sabaha kadar ibâdet, duâ ve istimdâdda bulundu. Münacatını, Solak-zâde ve Sâdeddin Efendi rivayet ederler:

Âb-ı rûy-ı Habîb-i Ekrem içün

Kerbelâda revân olan kan içün

Şebb-i firkatte ağlayan göz içün

Râh-ı aşkında sürünen yük içün

Ehl-i derdin dil-i hazîni içün

Câna te’sîr eden enîni içün

Eyle yâ râb lütfunu hemrâh

Hıfzını eyle bize püşt ü penâh

Ehl-i islâma ol mu‘in-i nâsır

Dest-i a‘dâyı bizden eyle kâsır

Bakma yâ Râb bizim günahımıza

Nazar et cân-ı dilden âhımıza

Etme yâ râb mücâhidîni telef

Tîr-i a‘dâya kılma bizi hedef

Çeşmimiz sakla gird ü mu‘ârekeden

Cünd-i İslâmı cümle mühlikeden

Bunca yıl sa‘y ü ictihâdımızı

Gazâvât üzre yahşî adımızı

Etme yâ râb kahrın ile tebâh

Yüzümü halk içinde etme siyah

Râh-ı dîn içre ben fedâ olayım

Siper-i asker-i hüdâ olayım

Din yolunda beni şehîd eyle

Âhirette beni sa‘îd eyle

Mülk-i İslâmı pâh-yimâl etme

Menzil-i fırka-i delâlet etme

Keremin çoktur ehl-i İslâma

Dilerim kim erişe itmâma.

Bu abidance münâcatta bulunduktan sonra, fevkalâde bir huzûr içinde Kurân-ı Kerîm tilavet ettiğini de bildirmişlerdir.

Hakîkaten şafakla berâber yağmur yağıp tozu bastırdı; bu duâların müstecab olduğu şeklinde tefsîr edilerek, hayra yoruldu. Hüdâvendigâr, zafer nasip olduktan sonra savaş meydanını dolaşırken Sırp Kralı Lazar’ın damadı Miloş Obiloviç tarafından sinesine saplanan bir hançerle arzu ettiği şehitliğe kavuştu. Sultan Murad ağır yaralı olarak Bâyezid'e itaat etmelerini vasiyet etti ve dudaklarından son olarak şu söz döküldü: “Attan inmeyesiniz!” (Yani, sürekli seferlere ve cihada devam ediniz.). Padişahın mübarek cenazesi tahnit edilerek Bursa’ya nakledilip, Çekirge'deki türbesine konuldu.

Not: Tahnit: Ölüyü bozulmaması için belirli formül dahilinde ilâçlama, iç organlarını çıkarma, ilâçlayarak çabuk bozulmayacak hale getirme. Bir cismi, dayanıklılığını arttırmak için İlâçlama. Tahnitin asıl manası, ölünün kefenini buharla tütsülemektir.(Şamil İslam Ansiklopedisi)


SULTAN YILDIRIM BÂYEZÎD HAN GÂZİ



Yıldırım Bâyezid’in vefatı ile ilgili üç rivayet bulunmaktadır:
Birincisi; Hammer ve Gibbons gibi Garb Tarihçilerinin tamamına yakını, Şükrullah, Enverî, Karamanî Mehmed Paşa, Acem Hamidî, Konyalı Mehmed bin Hacı Halil ve İdris-i Bitlisî gibi ilk dönem Osmanlı tarihçilerinin kahir ekseriyeti; 10 sene kadar Bursa ve Edirne’de oturup Çelebi Sultân Mehmed’in çocuklarına hocalık eden, Padişah ve diğer Osmanlı devlet erkânı ile yakın temas halinde bulunan ve memleketine döndükten sonra Timur Tarihini yazan İbn-i Arabşah başta olmak üzere Timur devrinin bütün Vakânüvisleri, Yıldırım Bâyezid’in şiddetli sıtma, nefes darlığı ve keder dolu hayattan meydana gelen çeşitli hastalıkların bir araya gelmesinden vefat ettiğini açıkça ifade etmektedirler. Kanaatimize göre doğru olan da budur.

Kaldı ki, tarihçilerin çoğu, Yıldırım gibi dindar bir Padişaha, haram olan böyle bir günahın –intiharın- isnad edilmesinin tamamen iftira olduğunu açıkça beyan eylemişlerdir. Osmanlı tarihinin dev isimlerinden Âli ve Hoca Sa’deddin Efendi gibi tarihçiler, mevcut rivayetleri değerlendirdikten sonra, aksi iddiaların iftira ve yalan olduğunu açıklamaktadırlar. Kanaatimize göre bu konuda son sözü Âli söylemektedir:

"Her ne kadar bazı tarihçiler Timur’un hekimlerinin zehir içirdiğini veya kendi kendisine zehir içtiğini söyleseler de, tamamen hata üzerinedirler. Doğru olan Yıldırım’ın yukarıda zikredilen hastalıklar sebebiyle vefat ettiğidir. Zira Yıldırım’a Timur her türlü iltifatı yaptığı gibi, ayrılırken de muhabbetle ayrılmışlardır".

İkincisi; Osmanlı tarihi ile ilgili bazı kaynaklar, Timur’un Bâyezid’i serbest bırakmak niyetinde iken, onunla yaptığı bir mülakat neticesinde, bundan vazgeçip, onu Semerkand’a götürdükten sonra oradan geri göndereceğini söylediğini, bu söz üzerine ümitsizliğe düşen Osmanlı Padişahının yüzük kaşındaki zehirle intihar ettiğini iddia etmektedirler. Bu iddiayı naklettiği söylenen ilk dönem tarihçilerinden, Lütfi Paşa, Âşıkpaşa-zâde gibi müellifler ittifakla "Bâyezid Hân işitti kim, Semerkand’a gideceğin, neman maslahatın gördü" veya "bu cevâbı işitti, gayet melûl oldu ve hem gayret etdi. Timur’un iline varmasına hemandem kendü kaydın görüb Allah Te’âlâ rahmetine vâsıl oldu" ifadelerini kullanmışlardır ki, bu ifadeleri intihar etti diye açıklamak da doğru değildir. Kuvvetli kaynakların izahları karşısında bu ifadeler, "âhiret hazırlığını gördü, ölümünü istedi" şeklinde de yorumlanabilir. Yüzüğünün kaşında bulunan zehirle intihar ettiğini nakleden ilk döneme ait tek kaynak, sadece Hadîdî Vekâyinâmesi’dir. Bir de kendi hususi kütüphanesinde bulunduğunu iddia ettiği Fuad Köprülü’ye ait bir anonim yani yazarı belli olmayan bir Tevârih-i Âl-i Osman nüshasıdır. Neşrî, Bâyezid Hân’ın "tez canlu ve gayretlü kişi" olmasından dolayı Timur’un mu’âmeleleri karşısında sıtma hastalığına tutulduğunu ve günden güne zayıfladığını belirttikten iki sayfa sonra, "bazılar eder ki..." kaydını düşerek, "düşman elinde zebûn olub memleketi eller elinde görmeden ölem yeğdür" deyüb kendü nefsini helak eyledi demektedir. Aynî gibi bazı müellifler de, zehirletildiğini söylemektedirler. Bunlardan açıkça kendini zehirleyerek intihar ettiğini anlamak mümkün olmadığı gibi, bu tür iddiaların bir rivayetten öteye gitmediği de malumdur. Bütün bu rivayetler, Âli ve Hoca Sa’deddin gibi kaynaklar tarafından şiddetle tenkit edilmiştir.

Üçüncüsü; Timur’un zehirlettiği şeklindeki bir iddiadır ki, bunun tarihçiler tarafından kale bile alınmadığını ifade etmekle yetiniyoruz. Bunun tam aksine Müneccimbaşı başta olmak üzere çoğu müellifler, hastalığının tedavisi için Timur’un saray tabiplerinden Celaleddin Arabî ve İzzeddin Mes’ûd eş-Şirazî’yi tayin ettiğini belirtmektedirler.

Netice olarak, Yıldırım’ın intiharı iddiası, muteber yerli veya yabancı kaynaklarda yer almamaktadır. Sadece Fuad Köprülü’nün bazı zayıf rivayetleri zorlama yorumlara tabi tutarak Cumhuriyet’in ilk yıllarında bu iddiayı gündeme getirmesinden sonra mesele tekrar alevlenmiştir. Mükrimin Halil Yinanç ve Uzunçarşılı gibi tarihçiler, bu iddianın tamamen yanlış olduğunu delilleriyle ortaya koymuşlardır.

Özet olarak; Sultan Bâyezid Ankara mağlubiyetinden sonra pek yaşamadı; hemen yedi ay sonra nüzûl isabetinden yâhut sekte-i kalpten bu âlem-i faniye veda etti. Vefatları Akşehir’de vukû bulup, tabutu Mahmut Hayrani türbesine konuldu; bilahere de Bursa'ya nakledildi. Türbesi, Bursa’nın Yıldırım semtinde yaptırdığı diğer cami ve medresenin yakınındadır.

ÇELEBİ SULTAN MEHMED HAN GÂZİ


Çelebi Mehmed vefatında 32 yaşında bulunuyordu; "Çocuk yaşımda bunca belalar kim çekdim, kimse çekmiş değildir" sözü ne kadar büyük mesuliyetin altında olduğunu gösterir. 24 defa muharebeye girmiş; 40 yara almıştı. Devleti eski haşmetine kavuşturmak için, yorulmak bilmez bir gayretle çalışmıştı. Sultan Çelebi Mehmed, çocuk denecek yaştan beri üzerine almak mecburiyetinde kaldığı ağır mesuliyetlerden son derece yıpranmıştı. Osmanlı’yı, yıkılma tehlikesi geçirdiği fetret döneminden kazasız belasız çıkarmayı başarmıştı. Son derece ağır ve karmaşık problemler yumağıyla boğuşmuş; fakat hepsinin de hakkıyla üstesinden gelmeyi bilmişti.
Bazı tarihçiler, devletin en kritik anındaki fevkalâde hayatî hizmetlerinden dolayı, ona devletin “ikinci kurucusu” ünvanını layık görmüşlerdi.

Ölüm döşeğinde ifade ettiği şu vasiyeti ne denli tâkat yetmez sıkıntılar yaşadığının ve verilen ünvânı fazlasıyla hak ettiğinin bir alâmetidir: “Tez ulu oğlum Murad’ı getirin! Ben bu döşekten herhâlde kurtulamayacağım. Murad gelmeden eğer ölürsem; korkarım ki memleket yine birbirine karışır. Onun için Murad gelinceye kadar, aman benim vefâtımı duyurmayasınız!..” Sultan Çelebi Mehmed kısa süren bir hastalık döneminden sonra Mayıs 1421 de Edirne'de vefat etti. Vasiyeti gereğince vefatı, şehzâde Murad Bursa’dan gelinceye dek, 40-42 gün kadar büyük bir özenle gizlendi ve cesedi tahnid edilerek (ilaçlanarak) sarayda muhafaza edildi. Ölüm haberi gizlendi. Osmanlı Padişahları arasında ölümü gizlenen ilk Padişah o oldu. Cenazesi Bursa'ya getirilerek Yeşil Türbe'ye defnedildi.

SULTAN MURAD HAN


Padişahın vefatıyla ilgili klasik dönem Osmanlı kaynaklarında Sultan Murad’ın irtihali şu şekilde anlatılır. İkinci Kosova Savaşında, zaferden sonra birçok imar çalış maları yaptıran Sultan Hazretleri, Edirne'de yine bir teftişten dönerken, köprübaşında, kendisine gülümseyerek bakan aksakallı bir ihtiyar gördü. Hürmetle Padişahın yaklaşmasını bekleyen zat; Padişah Hazretlerine seslendi: «Ey padişah-ı ci han; Halin nicedir? Haydi, hazırlan, vakit kalmamıştır Hakk'a yürümeye... Artık hatalarına bir hata daha eklememeye ça lış!.. Kapına gelmek üzeredir ecel... Artık işin tevbeye dön mektir...» mealindeki sözlerle, ancak sırr-ı mertebe sahiblerine has olan bu haber, Sultan Hazretlerini seccadesine otur tup bilerek, bilmeyerek işlediği hatalarına tevbe ettirdi. İshak Paşa ve Saruca Paşa pâk ihtiyarın sözlerini söylediği zaman yanındaydılar.

Sultan Murad ihtiyarın kim olduğunu sorduğu zaman İshak Paşa; ihtiyarın, Hazreti Emir'in tekkesinde yetiş miş saf (nüfusu safiye) erbabından makamında bir zat oldu ğunu söyledi. (Saf mertebesi tasavvuf mertebelerinin sonun cusudur. Nefsin terekkî ede ede erişebildiği son merhaledir. Her asırda bu mertebede üç zatı akdes bulunur. Bunlar kutbul îrşad, Gavs ve Kutbul Aktap yâni insan-ı kâmildir. Bazı devirlerde ise üç vazifenin bir zatta birleştiği de olur.)

Seccadeden kalkan Sultan, şiddetli bir sancıyla –baş ağrısı- yatağa düştü. Derhal vasiyyetini hazırlayıp “Vefatımda beni, Bursa’ya oğlum Alâeddin’in yanına gömünüz. Mezarımın üstüne muhteşem türbe yaptırmayınız. Vücudumu doğrudan doğruya toprağa gömünüz ki, Cenâb-ı Hakk’ın rahmeti üzerime yağsın. Mezarımın üstüne dört duvar yapınız ve hâfızların oturmaları için yanına mahaller yapınız... Cenâzemi Perşembe günü naklediniz ki, defin Cuma günü yapılabilsin.” der.

Çandarlı Halil Paşa'yı sadrazam, oğlu Sultan II. Mehmed'i taht-ı Osmaniye tayin edip, birçok nasihatler yazdırarak, vasiyetini tamamladı.

Köprüde, haberini aldığı davetten 4 gün sonra, hakiki tevhid mertebesinde, gönül rahatlığı içinde H. 855/M. 1451 sene sinde rahmet-i rahmana kavuştu, mekanı cennet, makamı yüce olsun...
Türbesi, Bursa’nın Muradiye semtinde yaptırdığı caminin yanındadır. Kubbenin tepesi, yağmur damlalarının üzerine düşmesi için padişahın vasiyeti üzerine açık bırakılmıştır

FÂTİH SULTAN MEHMED HAN GÂZİ


İltifat-ı Peygamberiyeye kavuşmuş Fatih Sultan Mehmet, 1481 senesi ilkbaharında o zamana kadar misli görülmemiş derecede çok toplarla mücehhez, azametli ordunun başında yola çıktı. Bir kaç gün rahatsızlandı. Üsküdar'la Anibal'ın mezarının bulunduğu Gebze arasındaki Hünkar Çayırı mevkiinde, rızasını tahsil ve emirlerini ifa için 30 seneden beri en büyük gayret-i diniye ile çalıştığı Allah'ına kavuştu.

Rahatsızlığının umumiyetle hanedanda rastlanan nikris illeti olduğu rivayeti vardır. Aşıkpaşazade "Vefatına sebep ayağında zahmet vardı. Tabibler ilacından aciz oldular. Ahir ittifak edip ayağından kan aldılar. Zahmet ziyade oldu. Şarab-ı fariğ verdiler, Allah rahmetine kavuştu" demektedir.

Sonraları bu zatın yazdığı bu ifade ve sonraki cümlelerinden, onun tabibler tarafından zehirlendiğini iddia edilmiştir. "Şarab-ı fariğ" tabirinden dahi bu manayı çıkarılmıştır. Halbuki bu acıyı dindirici ve uyuşturucu bir şurup olduğu kat'i ve muhakkaktır. Hekimler tarafından zehirlendiği hakkındaki telakkilere itibar edilmez. Çünkü hazırlanan bu şurup böyle bir durum daima nazar-ı dikkate alındığı için önce onlara içirilirdi. Naaşı, adına yaptırdığı caminin bahçesine defnedildi. Sonra üzerine türbe yapıldı.

SULTAN BÂYEZİD-İ SÂNİ HAN GÂZİ


“Oğlum Sultan Selim Hanı yerime nasbeyledim; Allah mübarek eyleye” diyerek saltanattan feragat eden Bayezid Han aradan yirmi gün kadar geçince, doğduğu yer olan Dimetoka’ya gitmek üzere yola çıktı. Bayezid Han çok rahatsız idi ve arabaya dahi binemeyip tahtırevanı tercih etmişti. Sultan Selim Han pederini Edirnekapı’ya kadar yaya olarak teşri etti. Pederinin artık geri dönmesi hakkındaki ısrarları üzerine ondan hayır dua dileyerek ve ellerini öperek ayrıldı. Dimetoka’ya varamadan Edirne’nin güneydoğusundaki Hafsa kasabasının Abalar köyünde tutulmuş olduğu rahatsızlıktan kurtulamayarak Dar-ı Bekaya rıhlet eyledi. (1512 M./918 H.) Son zamanlarda çıkan oğlunun kendini zehirlettiği iddiaları tamamen hakikate aykırı olması lazım gelir. Çünkü Sultan senelerdir nikristen muzdaripti ve şehzadelerin mücadeleleri, vezirlerin şehzadeler hakkındaki tercihlerini açıkça izhar etmesi, emr-i Hakkın bugün yarın vuku bulabilecek bir hadise olarak gördüğünü gösterir. Bundan dolayıdır ki zehirletme iddiası vakıalara zıt olduğu gibi mesnedden de mahrumdur. Yalnız kuru bir düşmanlıktan kuvvet almıştır. Türbesi, Bayezid Camii’nin kıble tarafındaki alandadır.

YAVUZ SULTAN SELİM HAN GÂZİ


Vezirler Pâdisah'ı Rodos'un fethine tesvik ediyorlardı. " Benim muradım bir kisver (memleket, ülke) almaktır. kaç aylık tedarik gördünüz diye sorduğunda Pirî Paşa: "Dört aylık" diye cevap verir. O “Siz beni, bir hırsız kalesi almaya tergib edersiz" der. Bununla beraber bu sefer için, bunun kifayet etmeyeceğini söyleyerek fikrini açıklamak suretiyle kale muhasaralarından hoşlanmadığını, meydan muharebelerinin sonuçlarının daha büyük ve meşakkatlerinin daha az olduğunu söyleyerek âdeta keramet sahibi gibi " Bizim şimdiden gerü sefer-i ahiretten gayri seferümüz yoktur" demişti. Hoca Sa'düddin'in ifadesiyle "bu gûna tedâbir-i vâhiye ile ben sefer itmem ve kimse sözü ile yola gitmem ve bi'l-cümle bize sefer yok, meğer sefer-i âhiret" demek suretiyle, artik maddî ve dünyevî seferler için değil, manevî ve âhiret yolculuğuna hazırlanıp Allah’ına kavuşmak üzere olduğunu, etrafındakilere bildirmek ister gibiydi.

Sultan Selim, Vezir-i A'zam'ı Kapıkulu askerleriyle Edirne'ye gönderdikten sonra kendisi de Ağustos 1520'de (2 Saban 926) Edirne'ye doğru yola çıkar. Rahatsızdı. Zira iki omuzunun sağ tarafına yakın kısmında bir çıban çıkmıştı. Halk arasında yanıkara olarak isimlendirilen bu çıban, "Şirpençe" ismiyle bilinmektedir.

Hoca Sa'düddin, Yavuz Sultan Selim'in ölümüne sebep olan çıban hakkında tafsilatlı bilgiler vermekle beraber biz, olayı günümüzün ifadesiyle kısaca nakl etmek istiyoruz: Yavuz Sultan Selim, Edirne'ye harekete karar verdikten sonra bir gün musahibi Hasan Can'la saray bahçesine inmiş, dönüşünde yokuşu çıkarken Hasan Can'a sırtına bir şeyin battığını söyleyince Hasan Can, elini hükümdarın sırtına sokmuş ve fakat bir şey bulamamış, ancak ikinci sefer yine aynı şeyden şikâyet edilince o zaman Hasan Can, sultanın düğmelerini çözüp sırtında henüz baş vermiş, etrafı kızarmış ve tam olgunlaşmamış sert bir çıban görür. Bunu Sultan Selim'e söyleyince o, çıbanı sıkmasını istemişse de Hasan Can: "Pâdişahım, büyük bir çıbandır, henüz hamdır, zorlamak caiz değildir, bir münasip merhem koyalım" deyince Sultan Selim "Biz Çelebi değiliz ki, bir çıban için cerrahlara müracaat edelim" cevabini vermişti. O geceyi ızdırab içinde geçiren Hünkâr, ertesi gün hamama giderek orada çıbanı sıktırıp zedeletmiş. Fakat bu da ızdırabını artırmaktan başka işe yaramamıştı. Bunun üzerine Hasan Can'a "Seni dinlemedik amma kendimizi helâk ettik" deyip çıbanın macerasını anlatınca Hasan Can "neredeyse aklım başımdan gidiyordu" diyecektir. Bütün bu sıkıntılara rağmen Padişah, Edirne seferi daha önce kararlaştırıldığı için geri dönmeyerek hasta olduğu halde 2 Şaban 926'da çadıra çıkar.

Sultan Selim'in hastalığı yüzünden yollarda ağır gidiliyor ve bazı menzillerde fazla kalınıyordu. Yavuz, Çorlu'da kırk gün Başhekim Ahmed Çelebi tarafından tedavi edildi. Yara büyüyüp açılmıştı. Pâdişah, hareket edemeyecek kadar takatsiz düşmüştü. İki aya yakın ( Lütfi Pasa, 284'te 47 gün) devam eden tedaviden ve adeta kendisinden ümidini kesince Edirne'de bulunan Vezir-i a'zam Pirî Mehmed Paşa ile vezir Mustafa Paşa’yı ve Rumeli beylerbeyi Ahmed Paşa'yı acele yanına çağırtarak vasiyetini yapar. Daha sonra da Pirî Paşa ile yalnız görüşür.

Son demlerini yaşadığını anladığından acele edip yetişmesi için Manisa Valisi olan oğlu Şehzade Süleyman'a haber gönderdi. Oğlu gelmeden 21 Eylül 1520 (8 Şevval 926) Cuma günü aksamı 51 yaşında iken Çorlu karargâhının bulunduğu Sırt köyünde vefat etti. Vefatından önce yanında bulunan musahibi Hasan Can'a, yatakta bulunuşunu kast ederek "Hasan Can ne haldür?" demis, o da "Sultanım! Cenâb -ı Hakk'a tevecüh edüp Allah'la olacak zamandur" deyince Yavuz: "Ya bizi bunca zamandan berü kimün ile bilürdün? Cenâb-ı Hakk'a teveccühümüzde kusur mu fehm ettün?" cevabını vermişti. Bunun üzerine Hasan Can: "Hâşâ ki, bir zaman zikr-i Rahman'dan gufûl müşahede etmiş olam. Lâkin bu, gayr-i ezmâna benzemedüğü cihetten ihtiyaten cesâret eyledüm" demişti. Bunun üzerine Sultan: " Sûre-i Yâsin tilâvet eyle" diyerek kendisi de Hasan Can'la birlikte okumus. Aynı sûreyi ikinci defa okuyup "Selâmun kavlen..." diye devam eden 58. âyeti okuyunca teslim-i ruh eyler. Türbesi, Sultan Selim Camii’nin kıble duvarının önünde, Haliç’e nâzır bir tepededir. Sandukasının başucunda vasiyeti üzere, büyük âlim İbni Kemal’in atının ayağından sıçrayan çamurlu kaftanı asılıdır...

KANÛNİ SULTAN SÜLEYMAN HAN GÂZİ
Kanuni, Zigatvar Seferi’nde ancak şehirlere girerken ata binebilmiş diğer zamanlarda arabaya binmek mecburiyetinde kalmıştır. Muhasaranın uzamasından sıkılan Sultan, “bu kala yüreğimi yakmıştır. Dilerim Haktan ateşlere yana” demiştir.
6-7 Eylül Cuma-Cumartesi gecesi, zevali saatle 1:30’da vefatından evvel gözlerini Zigatvar Kalesine çevirerek “bu ocağı yanacak dahı alınmadı” demiştir. Kanuni’nin bu son seferinde şehadet talep ettiği, hatta “Ya Rabbi nice müddettir ki ruyi zemini ziri nigini zafer-karini ettin. Vasıl olmadık recam, hasıl olmadık manam kalmadı. Halen Habibin hürmetine Saadet-i Şehadet, ba’dehu didar-ı Şerifini müşahadet nasip eyle” dediği böylece muharebe esnasında vefatıyla arzuladığı mertebeye kavuştuğu rivayet edilir.Türbesi, Süleymaniye Camii’nin kıble duvarının hemen önündedir.

SULTAN SELİM-İ SÂNİ HAN GÂZİ

Rivayete göre vefatına sebep 1 Ramazan 982 (15 Aralık 1574)’te sarayın yeni yapılan hamamını gezerken ayağı kayıp düşmesi veya soğukça olan hamamda yıkanılıp üşütmesi ve bunun neticesinde humma denilen ateşli bir hastalığa yakalanmasıdır. Sultan İkinci Selim Han 8 yıl süren bir saltanattan sonra 1574’te vefat etmiştir. Türbesi, Ayasofya Külliyesi’nin güney köşesindeki üç büyük türbeden ortadakidir.

SULTAN ÜÇÜNCÜ MURAD HAN GÂZİ
Batı serhatlarında muharebe devam eder ve ihtilatlar genişlerken buna çok üzülen Sultan Murat 16 Ocak 1595’te vefat etti. Bir hissi kablelvuku ile vefatını hissetmiş ve etrafına da söylemiştir. Yakınlarından saatçi Hasan bir rüya görmüş bunu yazıp efendisine vermiş. Padişah üç gün sonra midesinde bir ağrı duyarak bunu yakın bir zamanda vefat edeceğine işaret saymıştır. Vefatına tekaddüm eden günde ise deniz kıyısındaki köşke gitmiş buradan boğazdaki gemileri seyretmiş, o sırada iki Mısır kadırgası limanı top atışıyla selamlamış bundan köşkün camları gürültüyle kırılıp düşmüştür. Bunu da vefatına işaret saymış ve “eskiden donanmanın bütün top ateşleri camları kırmazken şimdi bu kadırgaların top sesi ile düşüyorlar. Görüyorum ki benim varlığımın köşkü harab olmuş” demiştir. Bununla beraber gözlerinden yaşlar gelmiş ellerini kaldırarak Cenab-ı Hakk’a duada bulunmuştur. Vaki kusurlarının af ve mağfiret edilmesini dergah-ı Samedani’den niyaz etmiştir. Nitekim ertesi gece rıhleti dar-ı bekaa eylemiştir. Türbesi, Ayasofya Külliyesi’nin güney köşesindeki padişah türbelerinden, köşeden itibaren üçüncüsüdür.

SULTAN ÜÇÜNCÜ MEHMED HAN
Sultan Üçüncü Mehmed Han çok nazik, halîm selîm ve vakûr bir şahsiyete sahipti. Beş vakit namazını daima cemaatle kılardı. Devrin kaynakları dindarlığını, Hazret-i Peygambere, eshab-ı kiram ve âlimlere olan hürmetini yazar. Bunların adı bahsedildiği an hürmeten ayağa kalkardı. Sultan Mehmed Han, 9 seneye yakın bir saltanattan sonra, 38 yaşında olduğu halde ansızın–1603 yılında kalp krizi geçirerek dar-ı bekaya rıhlet etmiştir. Son anlarında Anadolu’daki durumun aldığı halden dolayı yeme içmeden kesilecek kadar müteessir olmuş, oğlunun feci akıbetinden duyduğu derin keder vefatına yol açmıştır. Rivayete göre, vefatından 56 gün evvel saraya dönerken bir “meczubu ilahi” 56 gün sonra bir hadise-i azime zuhur ediyor; gafil olma Padişahım” diye bağırmış.

SULTAN BİRİNCİ AHMED HAN
Osmanlı Devleti ile Avusturya’nın iki devlet adamı fer’i noktalarda birçok tadilata uğramış Zitvatorok muahedesini yeniledikleri sırada henüz çok genç yaşta olan Sultan Ahmed “humma-yı muhrika” denilen ateşli bir hastalığa yakalanmış ve bir müddet sonra dâr-ı bekaya göçmüştür (22 Kasım 1617/23 Zilkade 1026).
Türbesi, Sultan Ahmed Camii’nin kuzey doğusunda Alman Çeşmesi’nin karşısındadır.

SULTAN BİRİNCİ MUSTAFA HÂN

Bazı Osmanlı Kaynaklarında “kendisinde cezbe hali nümayan bir zât-ı melekkü’s-sıfât” olarak tavsif edilen “dünyanın dağdasına tahammülü bulunmadığı” ifade edilen, Naima tarafından makamını terk ederek dervişliği tercih eden İbrahim Ethem’e benzetilen Mustafa Han’ın hükümdarlıktan istiğna edişi, hatta istemeyişi, sonraki saltanatında “Osman gel beni bu yükten kurtar” demesi bu rivayetleri doğrulamaktadır. Bazı kaynaklarda “Deli Mustafa” olarak da geçen Sultan Mustafa, deli değildi. Deliliğine delil olarak gösterilen sarayın havuzundaki balıklara altın para atması olayının arkasındaki gerçek ise başkaydı. Sultan Mustafa’nın havuzdaki balıklara altın atmasının sebebi bunu, saraydaki hizmetkârlara sadaka vermenin bir yolu olarak benimsemiş olmasıydı. Zayıf ve narin bir yapıya sahip, sık sık türbe ziyaretleri yapan, çokça sadaka dağıtan, sarayda Kur’ân-ı Kerim eğitimi alıp, dînî eserler okuyan, (40)Osmanlı Devleti’nin resmi görüşüne göre tahttan kendi isteği ile çekilen, günlerini ibadetle geçiren Sultan Mustafa Han 48 yaşında, 20 Ocak 1639 (15 Ramazan 1048) günü Topkapı Saray'ında vefat etti. Ayasofya’daki türbesine defnedildi. Türbesi, Ayasofya Külliyesi’nin güneybatı köşesine yakın bir yerdedir.

SULTAN İKİNCİ OSMAN HÂN (GENÇ OSMAN)
II. Osman askerlere ve asker de kara hadımların sözlerine inandığı için II. Osman’a kırılmışlardı. II. Osman bazı ıslahatları yapmak niyetindeydi ve bu ıslahata tamamen bozulmaya başlayan kapı kulu ocaklarından başlamak niyetindeydi. Hatta Halep, Şam ve Mısır beylerbeylerine emirler göndererek Padişah’a sadık yeni bir ordu teşkili için gizliden gizliye hazırlıklara başlamıştı.

Kızlar ağası Süleyman Ağa ile Hocası Ömer Efendi padişahı hacca gitmesi için ikna etmeye başladılar. Hacca gitmesine, askerler, Kayınpederi ve Şeyhülislâm Es’ad Efendi ile Aziz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri şiddetle karşı çıkıyordu. Devreye kapıkulu askerleri girdi ve Padişah’ı hacca göndermek isteyen Ömer Efendi, Süleyman Ağa ve Veziriazam Dilâver Paşa’nın başını isteyerek başta Rumeli Kazaskeri Yahya Efendi olmak üzere ulemayı araya soktular. Fayda vermedi ve sonunda askerler isyan ederek Bâb-ı Hümâyun’dan içeri girdiler. Sultân Mustafa’ya zorla bî’at gerçekleştikten sonra, II. Osman Orta Camiye getirildi. Burada yeni Sadrazam olan Kara Davud Paşa’nın tâlimatıyla kemend ile boğulmak istendi. Muvaffak olunamayınca, Yedikule’ye götürüldü ve maalesef Davud Paşa’nın nezâretinde orada şehid edildi. (Mayıs 1622) Şehit Sultanın cenâzesi o gece Topkapı Sarayına götürüldü. Ertesi gün yapılacak cenâze törenine hazırlandı. Öğle namazından sonra kılınan cenâze namazını müteâkip Sultanahmed Camiinde babasının türbesine defnedildi.
Genç Osman’ın şehit edilmesi târihimizin en acıklı olaylarındandır. Genç Osman’ın öldürülmesi, Anadolu’da bâzı isyânların çıkmasına sebep oldu. Millet, pâdişâhın öldürülmesini hiçbir zaman hazmedemedi ve onun kâtillerini nefretle andı. Tarihte "Hâile-i Osmâniye" adıyla anılan bu olayın akisleri yıllarca sürmüştür. Yeniçeriler dışında bütün ordu, bütün millet Sultan Osman`ı şehit saymış; öcünü almak için Anadolu’da büyük ölçüde ayaklanmalar olmuş ve bir nevi "Kerbelâ faciası" diyebileceğimiz bu olay acıyla anılmıştır.
Sultan İkinci Osman'ın şehadeti halk ve ahâli üzerinde çok fecî tesirler yapmış; hakkında bir çok mersiyeler yazılmış; bunlar dilden dile deveran etmeğe başlamıştır. Bunlar arasında Nev'i mahlası Hüseyin bin Sefer'e ait şu mersiye en güzellerinden biridir:

Bir şah-ı ali-şan iken şah-ı cihana kıydılar,

Gayretli genç arslan iken şah-ı cihana kıydılar.

Gazi bahadır han idi, ali-neseb sultan idi;

Namıyla Osman Han idi, şah-ı cihana kıydılar.

Niyyet edip haccetmeğe, komadı kullar gitmeğe;

Kulak gerek işitmeğe şah-ı cihana kıydılar.

Hükmetmeğe kadir iken, emr-i Hakk'a nazır iken,

Haccetmeğe hazır iken, şah-ı cihana kıydılar.

Ol bir şeh-i a'la iken, hep cümleden evla iken,

Şer'-i şerif icra iken, şah-ı cihana kıydılar.

Eşrat-ı sa'atdir bu dem, devr-i kıyametdir bu dem;

Bize nedametdir bu dem, şah-ı cihana kıydılar

Nev'i ciğerler oldu hûn, derdim bir iken oldu on;

Kan ağladı ehl-i fünun, şah-ı cihana kıydılar.

SULTAN DÖRDÜNCÜ MURAD HÂN

Bağdat Seferi sırasında daha önce ele geçirilmiş bulunan İmam-ı A’zam türbesini ziyaret etmesi istenince, “Bağdat, sapıkların pis ayaklarıyla kirlenirken, gidip o yüce İmamı ziyaretten hayâ ederim” cevabını veren zaferden sonra Bağdat fatihi diye anılan Dördüncü Murad Han’ın nikris illeti bu sefer sırasında ziyadeleşmiştir. Mustafa Paşayı Bağdat’ta bırakarak İstanbul’a döndü. Sadrazam Kemankeş Mustafa Paşa, büyük bir kuvvetle İran içlerine doğru harekete geçtiği sırada Şahın barış isteği ile gönderdiği elçiler geldi. Sadrazam Kemankeş Mustafa Paşayla İran murahhasları Saru Han ve Muhammed Kuli Han arasında yapılan görüşmeler sonrasında, aşağı yukarı bugünkü Türk-İran sınırının tespit edildiği Kasr-ı Şirin Antlaşması imzalandı (17 Mayıs 1639).
Sultan Murad Han, doğuda İran’la meşgulken, batıdaki hadiselerden de günü gününe haber alıyordu. Bilhassa Venediklilerin hudut tecavüzlerine karşı bu Cumhuriyetle bütün ticari münasebetlerin kesilmesini ve hemen savaş açılmasını emretti. Ancak, bu sırada damla (Nikris) hastalığından muzdarip bulunan Sultanın durumu ağırlaştı. Bunun üzerine Divan, emri çeşitli bahanelerle on üç gün geciktirdi. Bu arada Venedik elçisi gelip, divanın bütün şartlarını kabul etti ve savaş durduruldu. Nitekim çok geçmeden padişahın hastalığı daha da artarak 8/9 Şubat 1640 günü, güneş battıktan sonra İmam Yusuf Efendi, Yasin-i şerif okurken vefat etti. Sultanahmed Camii avlusunda Şeyhülislam Yahya Efendinin imamlığında müezzinlerin “Er kişi niyyetine!” nidaları ve Müslümanların gözyaşları arasında kılınan cenaze namazından sonra, babası Birinci Ahmed Hanın türbesine defnedildi. Sultan Ahmed Camii avlusunda Şeyhülislam Yahya Efendinin imamlığında, gözyaşları arasında kılınan cenaze namazından sonra babası Sultan Birinci Ahmed Hanın türbesine defnedildi.
(Amansız içki ve tütün yasağıyla meşhur Sultan IV. Murad da içki içmediği halde, mübtelâ olduğu nikris hastalığının ağrılarını hafifletebilmek için başka yol kalmadığına ikna edilerek hekimbaşı tarafından verilen afyon hülasalarını alırdı. Bu da kendisinde halsizlik ve uyuşukluk yapardı. Sendeleyerek yürüdüğünü birkaç defa görenler padişahın içki içtiğine hükmetmekten çekinmemiştir. Bu konuda kendisine son derece düşman olan İranlıların da iftira etmiş olabilecekleri göz önüne alınmalıdır.)
















_____________________________

Dünya Osmanlının Adaletine Muhtaç....
medetres
Er


Mesaj: 3

9 Haziran 2009; 21:47:25
Yeni mesajlar yokBu mesajla ilgili şikayetinizi bu icon a tıklayarak yapabilirsiniz.

SULTAN İBRAHİM HAN


Ocak ağaları yeniden cuntalaşıp devleti soymaya başlayınca, Padişah bunların haklarından gelmek istedi ise de, olay duyuldu ve ihtilal çıktı. 1648 Ağustosunda asilerin isteği üzerine Sadrazam Hezar-pâre Ahmed Paşa azl edildi ve sonra asilerce öldürüldü. Bu arada hurufilerin Sultan İbrahim Han aleyhine yaptıkları iftiralar da hedefine ulaşmıştı. Nitekim Hezar-pare Ahmed Paşa aleyhine olarak başlayan isyan, Sultan İbrahim Han'ın da tahttan indirilmesiyle sonuçlandı. Tahta oğlu dördüncü Mehmed Han çıkarıldı. Ağaların adamı olan Sofu Koca Mehmed Paşa, sadrazamlığa getirildi. İhtilâlin arkasında nâibe-i saltanat olmak isteyen Kösem Sultân vardır. Şeyhülislâm Abdurrahim Efendi’yi de yanına alan sadrazam tarafından, Ağustos 1648 tarihinde hal’ edildi ve bir odaya haps olundu. 7 Ağustos 1648’de henüz 7 yaşındaki IV. Mehmed’e, hem şer’-i şerife ve hem de kanuna aykırı olarak bî’at edildi. Sonra Şeyhülislâmın, “İki halife bulunduğu zaman, fitneyi önlemek için birini katlediniz” şeklindeki fetvâsına dayanılarak mutegallibeyi korumak için idamına karar verildi. Bu bir eimme ictihadıydı. Esasen ortada iki halife de yoktu. Biri hal’ edilmiş diğeri yaşı rüşte erişmemiş olduğundan niyabetle hilafet ediyordu. Sultan İbrahim’in mahbesinin kapısı kırıldığında Sultan İbrahim eline Mushaf-ı Şerifi alarak “… işte Kitabullah beni ne hükümle öldürürsünüz; zalimler! diye bağırmıştı. Sultan İbrahim hal’inden 11 gün sonra boğularak şehid edildi. Padişah’ın öldürülürken “Padişahlarına karşı hain olanların gazab-ı ilahiyeye uğrayıp kahrolmaları” bedduasını yaptığı rivayet edilmiştir (18 Ağustos 1648)Ayasofya’daki amcası Sultan Mustafa’nın yanına defnedilmiştir.
Sultan İbrahim Han çok cömert idi. Fakirlere ve acizlere ihsanlarda bulunurdu. Osmanlı kaynaklarının bir tanesi hariç, aklî dengesinde bozukluk olduğuna dair hiçbir bilgi yoktur. O tek kaynağın yazarı da Sultanın tahttan indirilmesi ve daha sonra öldürülmesinde, elebaşı olanlardan biridir. Kaynaklar, Sultan Birinci İbrahim'in özelliklerinden ve yaptığı işlerden övgüyle bahsetmektedir. Sadece son zamanlarda bazı yazarlar, onun için "Deli" demektedirler.Ne yazık ki geçmişini sürekli taşlayan ve köksüz ağaç olduğunu ispatlamaya çalışanlara, zamanımızda da sıkça rastlanmaktadır.
Sultan Birinci İbrahim'e "Deli" ve "Gaddar" diyen ve adının öyle yayılması için çalışanlardan bazılarının, Sultan Birinci İbrahim tarafından idam ettirilen İranlı Şii Emirgûneoğlu'nun adamları olduğu söylenmektedir. Ayrıca Karaçelebizade' nin Ebrak kitabındaki Sultan'ın aleyhinde olan yazı, bu zatın Sultan'ın tahttan indirilmesinde ve öldürülmesinde rolü olduğu, kindarlığı ile tanıdığından tarih için muteber kabul edilmemektedir. Tarih, Sultan'ın deli olmadığını iftiralara uğradığını kabul etmektedir. Onun devletin askerî, mâlî, adlî ve idârî ıslahatı için yaptıkları ve yapılanlara olan teşvikleri, isnat edilen bu sıfatı yalanlayan yeterli bir delildir.

DÖRDÜNCÜ MEHMED HAN


Viyana bozgunundan sonra; Avusturya, Venedik, Lehistan orduları umumi hücuma geçerek Macaristan topraklarını, Budin'i, Dalmaçya kıyılarını, Patras, Korent ve İnebahtı gibi önemli kaleleri zabtettiler. Bu olaylar sırasında ordu da isyanlar çıktı.Sultan’ın sonradan vazgeçmiş olmasına rağmen ava düşkünlüğü gibi sözlerle aleyhinde propaganda yapılıyordu. Sultan yazdığı hatt-ı hümayunların dinlenmemesine çok üzülmüş, Sadrazama gönderdiği bir mektupta arzularının hepsini yaptığını buna mukabil kayıt altına girmeyip maksutlarını belli ettiklerini gayeleri hal ise oğlu Mustafa’yı yerine geçirmelerini bildirmiştir. Şu davranışı Sultan Mehmed’in memlekette huzuru temin etmek, kendisi yüzünden halkı çatıştırmamak için nasıl bir feragat duygusuyla hareket ettiğini göstermektedir. Liyakatsiz devlet adamlarının elinde perişan olan devletin hali Dördüncü Mehmed’i hasta etmişti. Köprülü ailesini iktidardan düşürmesinden rahatsız olan devlet adamlarının gayretiyle Kasım 1687 yılında hal’edildi yerine İkinci Süleyman tahta geçirildi. Bundan sonra çok sevdiği Edirne'ye gönderilmesine müsaade istemiştir. Son senelerini burada geçirmiş beş sene daha yaşayarak 6 Ocak 1693'te 52 yaşında olduğu halde dar-ı bekaya intikal etmiştir. Devrinde en büyük azametini idrak ederken uğradığı belalara daha fazla tahammül edememiştir. Cenazesi İstanbul' a nakledilerek Yeni Camii' deki annesi Turhan Valide Sultan'ın türbesine defnedildi. Sultan Dördüncü Mehmed, ülkeyi 39 yıl iyi niyetle yönetti. Yaratılışı icabı mutedil, kadirşinas, vefakâr olup, verdiği söze sadık bir şahsiyete sahipti. Dindardı, beş vakit namazını cemaatle kılardı. İçkiyi ve imalâtını yasakladı.


SULTAN İKİNCİ SÜLEYMAN HÂN
Avusturya’nın bütün Avrupa devletlerinden yardım alarak, büyük bir sefer hazırlığında olması üzerine Sadrazamın ordu başında sefere çıkması münasip görülmüş ve hazırlıklara girişilmiştir. Padişahın rahatsızlığı düşünülerek, bir emr-i Hak vukuunda, cülus meselesinin ihtilaf arz etmemesi için Edirne’ye nakli kararlaştırılmıştır. Bu sırada Padişah istiska (hydropisie) illetinden muzdarip bulunduğundan çok rahatsızdı. Bütün vücudu şiştiğinden yataktan kalkamamaktaydı. Sadrazam kararı kendisine arz ettiği zaman “Behey paşa, bak gör ne haldeyim; bu hastalık ile nasıl mümkün olur? Vükela halimi bilmezler, ancak dün gel bugün git derler ve çünkü gidilmek lazım idi, bir hoş yerleşmişken ne diye kaldırıp getirdiler?” demiştir Sadrazam bunun din ve devlet için lüzumlu olduğunu söylemiş; bunun üzerine Padişah pekiyi diyerek razı olmuş; adeta ölümünü bile bile sedye ile çıkmıştır. Sultan, Yalı Köşkü’nden Eyüp’e sandalla getirilmiş; oradan tahtırevaa konularak Edirne’ye götürülmüştür. Sultan Süleyman, Edirne’ye getirildikten bir müddet sonra yataktan kalkamayarak vefat etmiştir (22 Haziran 1691). Adeta ceddi ve adaşı Süleyman Han gibi sefer esnasında Rabbine kavuşmak isteyen Sultan’ın cenazesi buzlar içinde İstanbul'a nakledilerek Kanuni’nin türbesine defnedilmiştir.
Silâhtar Tarîhi’nde anlatıldığına göre ömründe bir vakit namazını geçirmemiş; yanlarında Allah’ın ve Resûlü’nin ismi anıldıkça ayağa kalkıp hürmet gösterme itiyâdında bulunan Sultan İkinci Süleyman Han kadirşinas, cömert ve temkinli bir padişahtı. Fakirlere ve ihtiyaç sahiplerine pek çok ihsanlarda bulunurdu. 4 yıldan az süren saltanatı, iç ve dış gailelerle geçti. Bilhassa, Avusturya karşısında alınan mağlubiyetler dolayısıyla, herkesin Rumeli elden çıkıyor, diye Anadolu’ya kaçtığı sırada, muktedir devlet adamı Köprülüzâde Fâzıl Mustafa Paşa'yı iş başına getirerek, kaybedilen yerleri devlete tekrar kazandırdı.


SULTAN İKİNCİ AHMED HÂN

Sakız adasının 21 Eylül 1694’te teslimi haberine çok üzülen ve Anadolu’ya bu kadar yakın bir adanın düşman eline geçmesinin mahsurlarını gören Padişah Sadrazama bir hat yazarak, “Mademki Sakız düşman elindedir, bütün Engürüs memleketin fethetsen matlubum değildir” Dedi. Bir müddet sonar Edirne’ye dönen Sadrazam, padişah’tan “Sakız ahvali derunum yaktı, teshiri muradımdır. İcab edenlerle görüşülsün ne lazımsa bildiresin. Bu kış Sakız elde edilmezse, şöyle bilin kim… ” mealinde bir hatt-ı humayun yazdı. Fakat Sakızın sukutundan çok müteessir olan Padişah adanın alındığını görememiş; buranın geri alınmasından beş gün evvel 6 Şubat 1695’te vefat ederek ruhunu teslim eylemiştir. Padişah’ın vefatına sebep olan hastalığın, biraderininki gibi, istiska olduğundan bahsedilmektedir. Sultan İkinci Ahmed Han, hasta olduğu zamanlarda bile, devlet işlerinden asla el çekmedi. Haftada iki gün yapılan divan toplantılarının dörde çıkarılmasını emretti. Adil bir sultan olarak yaşamış, vatanı ve milleti için elinden gelen her şeyi yapmaya çalışmıştır.
Ağabeyisi II. Süleyman gibi, tam 3 yıl, 7 ay, 14 gün saltanat sürmüş ve aynı rahatsızlıktan dar-ı bekaya irtihal eylemiştir. Cenazesi İstanbul’a nakledilerek biraderinin bulunduğu Kanuni türbesine defnedilmiştir.


İKİNCİ MUSTAFA HÂN

Savaş sıkıntılarından kurtulan Osmanlı idaresi, iç problemleri çözebilmek için bir dizi reforma girişti. Yeni sınırlar kontrol altına alındı. Devletin müesseseleri yeniden tanzim olunmaya başlandı. Devlet idaresinde Şeyhülislâm Feyzullah Efendi’nin etkisi görülmeye başlandı. Onun tezkiyesiyle sulh andlaşmasının mürahhası Rami Efendi, önce vezirliğe ve sonra da sadrazamlığa getirildi. Fakat onun da Feyzullah Efendi ile arası açıldı; azli için uğraştı, ancak muvaffak olamadı. Feyzullah Efendi, âlim, müstakim ve değerli bir insan olmasına rağmen, yakınlarını devlet idaresinde belli makamlara getirmesi ve bu noktadaki hırsı onu milletin gözünden düşürdü. Divan-ı Hümâyun, bir nevi Feyzullah-zâdeler Divanı haline geldi. Padişah’ın yarım asırdır İstanbul yerine Edirne’de oturması da merkezde bazı rahatsızlıklar meydana getiriyordu. Bu iki temel sebep 1. Edirne Vak’ası diye bilinen ayaklanmanın meydana gelmesine sebep oldu. İstanbul'da kıyam eden 200 kadar cebeci Edirne'ye gelinceye kadar 80.000'i buldular ve Ağustos 1703 tarihinde Padişah’ı tahttan indirdiler.Şahsen bir kusuru olmadığı halde, Feyzullah Efendi’ye fazla mevki vermesi, tahtından indirilmesine sebep olmuştur. Saraya geldiğinde kapıda kendisini feryâd ederek karşılayan Vâlide Sultanın elini öptükten sonra; "Kul beni tahttan indirmişler, yerime karındaşım Sultan Ahmed’i pâdişâh eylemişler. Allah mübârek eyleye, evlâtlarım kendisine Allah emâneti olsun" sözleriyle kendisine ayrılan özel dâireye çekildi. Mustafa Han, hizmetleri ortadayken karşılaştığı bu durumdan dolayı çok müteessir oldu.Tahtan indirildikten sonra fazla yaşamamış; derin üzüntüsüne eklenen mesâne rahatsızlığından –istiska rahatsızlığı yazan yerler de var-, beş ay sonra vefat etti.Vefat tarihi olarak 20 Aralık 1703,30 Aralık 1703, 20-29 Ocak 1704 rakamlarına telaffuz ediliyor. Yeni Câmi yanında Vâlide Sultan Türbesine defnedildi.

SULTAN ÜÇÜNCÜ AHMED HAN

1730’da, İran’da başa geçen Nadir Şah, bazı önemli eyaletleri geri aldı. Bu durum sadrazamın düşmanlarını harekete geçirdi. Bazı devlet adamları, padişah ve sadrazamın İran seferi için Üsküdar’a geçtikleri bir sırada yeniçerileri ayaklandırarak büyük bir isyan başlattılar. Asiler, sadrazam dahil ileri gelen devlet adamlarının idamını istediler.Yağmalar, hapishanelerdeki tutukluları serbest bırakarak silahlandırmalar ve ev baskınları artınca, asilerin Padişah’dan kellelerini istedikleri Damad İbrahim Paşa ve yakınlarından olan bazı paşalar idam edildiler. 1 Ekim 1730 günü, âsiler bununla da yetinmeyip Padişah’ın görevden ayrılmasını istediler ve gerçekten III. Ahmed’i o gece biraderi II. Mustafa’nın oğlu Sultân Mahmûd’u tahta davet ederek kendisinin feragat ettiğini açıklamak mecburiyetinde bıraktılar. III. Ahmed, ailesi ile birlikte Topkapı Sarayındaki dairelerinde 5 küsur yıl daha yaşadı Yirmi yedi sene hükümdarlık yapan Sultan Ahmed Han, saltanattan çekildikten sonra, ilim ve ibadetle meşgul oldu. Temmuz 1736 tarihinde vefat etti. Yeni Camiide Turhan Valide Sultan Türbesine defnedildi.


SULTAN BİRİNCİ MAHMUD

13 Aralık 1754/safer 1168’de iki seneden beri rahatsız bulunan, zor bir dönemde başa geçmesine rağmen, Osmanlı Devleti’ne içte ve dışta yeni bir azamet devri yaşatan Sultan Mahmud, ata binemeyecek derecede hasta olmasına rağmen, Cuma selamlığına çıkmış; lakin saraya dönerken, at sırtında rıhlet-i dâr-ı bekaa eylemiştir. Tabiblerin camie gitmemesi hakkındaki ısrarını dinlememiş; hem dini vazifesini ifa, hem de Cuma selamlıklarında padişahlarını göremeyince huzursuz olan Osmanlı cemiyetinin yanlış fikirlere sevk edilmemesi için Demirkapı Camiine gitmiştir. Şu husus adeta bile bile ölüme giden Padişah’ın milletinin rahatı ve huzuru için ne büyük nefsi fedakârlık duygusu ile dolu olduğunu göstermekte, kendi hanedanının tarihteki karakteristik vasfına işaret etmektedir. Mide kanamasından muzdarip olan I. Mahmûd, 13 Aralık 1754 tarihinde Demirkapı tarafından Saray’a girdiğinde vefat etti. Eminönü’nde Yeni Cami yanındaki Hadice Turhan Valide Sultan Türbesi’ne defnedildi.

SULTAN ÜÇÜNCÜ OSMAN

Sultan Üçüncü Osman'ın zaman zaman kıyafet değiştirerek halkın arasına karıştığı halkın sorunlarıyla yakından ilgilendiği bilinmektedir. Şîr-i Pençeden, yahud uyluğundaki “kurt uru”ndan muzdarip olan Padişah, bunun çıkarılması sebebiyle yatağa düşmüştür. Çok rahatsız bulunmasına rağmen, Akdeniz’den dönen donanmanın limana girişi görmek için, Sarayburnu’ndaki Yalı Köşkü’ne gitmiş; buradan dönüşte hastalığı ziyadeleşerek “azim-i mülk-i cavidâni” olmuştur (29-30 Ekim 1757/15-16 Safer 1171)
II. Osman, çok yönleriyle diğer padişahlara benzemeyen farklı bir insandır ve 30 Ekim 1756 tarihinde şirpençeden dolayı vefat etmiştir. Eminönü’nde, Yeni Cami yanındaki Hadice Turhan Valide Sultan Türbesi’ne defnedildi.

SULTAN ÜÇÜNCÜ MUSTAFA


Rus Seferi’ndeki mağlubiyetler ve memleketinde çıkan birçok karışıklıklara fazla dayanamayan, Karasu ve Pazarcık facialarından sonra ma’lul bulunduğu istiska (hydropisie) yahut hunnak (asthme) hastalığı ilerleyen Sultan Mustafa’ya bu hususlar Şeyhülislam Molla Mehmed Efendi vasıtasıyla bildirilmiştir. Rahatsızlığı halinde hiddetlenen padişah “Seraskerimin ettikleri muharebelerden usandım; bizzat Edirne’ye gitmeliyim” demiş; o akşam kaymakam ile Reis Efendi’yi celbetmiş; tasarılarını kendilerine bildirmiştir. Bunlar Zat-ı Şahanelerin orduya azimetinin evvel emirde Divan-ı Hümayun’da müzakere olunmağa mütevakkıf olduğunu arz etmişlerdir. Bunun üzerine ertesi gün meclisin toplanması irade buyrulmuş bu kere ulema ve vükela ittifakla Zat-ı Hazret-i Padişahî’nin hali hazırda sefere azimetinin mahsurdan salim bulunmadığını özellikle rahatsız dahi olduklarından bunun “ İktisab-ı Bîr-ü Tâm buyurmalarına tâlikını” arz etmişlerdir. Bundan altı hafta kadar sonra Varna Galibiyeti’nden biraz hoşnut bulunan padişahın hastalığı ziyadeleşmiş ve kalp yetmezliğinden veya nüzûlden dolayı “irtihal-i dâr-ı bekâ” eylemişlerdir. (21 Aralık 1774/8 Zilkade 1187 Cuma(78)
Kadem-i Şerif de bulunan türbesi, Lâleli Camii’nin Ordu Caddesi üzerindeki kenarındadır.

SULTAN BİRİNCİ ABDULHAMİD

Sultan Birinci Abdülhamid Han, halka karşı merhametli ve çok dindar bir padişahtı. Dindarlığı ve iyiliği sebebiyle halk "velî" olarak görüyordu. (80) Aralık 1788’de Özi Kalesini alarak burada üç gün içinde sivil ahali de dahil –kadın, çocuk, yaşlı- 25 bin kişi gaddarca Müslüman katliamı yapan Rus ordusu bununla da yetinmeyerek Podolya’nın merkezi olan Hotin’i de teslim aldı. Hotin ve Özi’deki Müslüman katliamlarıyla ilgili sadrazamın kalenin düştüğünü bildiren ve yapılan mezalimleri dile getiren raporunu okurken, kederinden dolayı beyin kanaması geçirip, felç olmasına sebep oldu.
Sultân I. Abdülhamid’in Hotin ve Özi’nin düşmesi münasebetiyle bizzat kaleme aldığı hatt-ı hümâyûn insanı ağlatacak kadar manalıdır: “Özi’nin düştüğü takriri âlimallah beni yeniden kederlendirdi; bu kadar Müslüman erkek, kadın, küçük ve büyüğün kâfir elinde kalması beni mahzun eyledi. Yârab! Sen Mâlik’ül-mülksün. Senden niyazım, ölmeden bu beldeleri tekrar Müslümanların eline geçtiğini bana göster”
Bununla beraber bu acıya tahammül edememiş; rivayete göre “Ah Özü!” diyerek sağ tarafına nüzul isabet etmiş; hatt-ı hümayunları dahi yazamayıp başkasına yazdırmak mecburiyetinde kalmıştır. Daha sonraları sürre ihracı merasimine katılsa da çok hasta olduğu için merasimi kısa kesmiş; sürreyi hac emirine teslim ederek, koltuklarına girilmiş olduğu halde harem sairesine götürülürken, Şehzadesi Mahmud’un bulunduğu sünnet odasına uğramış ve onu kucaklayarak “Oğlum, seni Cenab-ı Hakka emanet ettim; Allah yardımcın olsun; iki cihanda yüzü kara olmasın.” Sonra hareme götürülmüş; burada rahatsızlığı ziyadeleştiğinden Hekimbaşı, Padişahın rahatsızlığını nezle ile tevil etmek isteyince Sultan, “Hasan Efendi, son hizmetindir… Bir hoşça bak. Efendini elden aldırdın.” hitabında bulunmuştur.
Sultan Hamid aynı gün sabaha karşı, Özü kalesinin düşman eline geçişi ve 25 bin müslümanın katledilişi mesuliyetine tahammül edemeyerek, rıhlet-i dâr-ı bekaa eylemiştir (6-7 Nisan 1789/10-11 Recep 1203).Cenazesi, Bahçekapıdaki İmâretinin karşısındaki kendi yaptırdığı türbeye defnedildi.

SULTAN ÜÇÜNCÜ SELİM

Padişahın başlattığı yeniliklere karşı, İngiliz casuslarının da teşviki ile isyanlar başladı. Nizam-ı Cedit aleyhtarlığıyla başlayan hareket, Kabakçı Mustafa’nın liderliğinde büyüdü. Önceleri Nizâm-ı Cedid’e taraftar olan ve en azından ses çıkarmayan âlimler, Nizâm-ı Cedid ricâlinin suiistimallerini ve ahlaksızlıklarını görünce, aleyhe geçmeye başladılar. Kasım 1806’da Şeyhülislâm olan İshakzâde Mehmed Atâullah Efendi, âlimleri Nizâm-ı Cedid grubuna ve hatta Padişah’a karşı tahrik etti. İş çığırından çıktı ve Padişah, İslâm’a aykırı bazı fiilleri yapmakla (mesela ney üflemesi ve tanbur çalması, kız kardeşlerinin ve hanımlarının Avrupâî bir hayat yaşamaya başlamaları gibi) suçlandı.
25 Mayıs 1807’de Kastamonulu Kabakçı Mustafa denilen bir neferi kendilerine reis tayin eden yeniçeri yamakları, 19 yıl sürecek olan bir iç isyanı başlattılar. III. Selim hâlim ve selim birisi olduğu için, kan dökmeğe değil taviz vermeğe taraftardı. Bu sebeple 28 Mayıs 1807’de Nizâm-ı Cedid’i ilga etti ve bir gün sonra da kendisi tahttan indirildi. Yerine Padişahın amca-zâdesi olan IV. Mustafa tahta çıkarıldı.
VI. Mustafa ilk başta ihtilalcilerin isteğini yerine getirdi. İhtilâlciler, Nizâm-ı Cedidin gayr-i meşru olduğunu ve Padişahın aslâ yeniçerilere müdahale etmemesi gerektiğini ihtiva eden taahhütname mahiyetinde bir hücceti, Padişahın Hatt-ı Hümâyûnu ile birlikte elde ettiler (Rebiülevvel 1222/1807).
İhtilâlcilerin baskısından bıkan IV. Mustafa, Kabakçı Mustafa başta olmak üzere, ihtilâlcileri tasfiye gayesiyle Alemdâr Mustafa Paşa’yı ordusuyla beraber İstanbul’a davet etti. Temmuz 1808’de İstanbul’a gelen Alemdâr, yolda iken Kabakçı Mustafa’yı katletmişti ve bu sebeple de Davud Paşa Sarayı’nda Padişah tarafından karşılandı. Ruscuk Yârânına burada Padişahı tevkif etmesini tavsiye ettilerse de, Alemdâr buna yaklaşmadı. 2 gün sonra vasıfsız bir Şeyhülislâm olan Atâullah Efendi azl edildi ve ekibi de tasfiye edildi.
Padişah Alemdâr’a teşekkür ediyor ve Tuna Beylerini boş bırakmayarak dönmesini arzuluyordu. Ancak bunu dinlemeyen Alemdâr, 28 Temmuz 1808’de Bâb-ı Âli’yi basarak sadrazamdan mührü aldı, arkasından Topkapı Sarayına geldi. Hal’ edileceğini ve III. Selim’in tekrar tahta çıkarılacağını anlayan IV. Mustafa, hemen karşı planını uyguladı ve III. Selim ile II. Mahmûd’un öldürülmesi için tâlimat verdi. Maalesef bu tâlimatı alan Enderûnlular, dairesini basarak III. Selim’i şehid ettiler.
II. Mahmûd ise, Harem hüddâmının yardımı ile kurtarıldı ve Alemdâr’ın desteğiyle kendisine bî’at olundu. Rumeli sergerdesinin Bâb-ı Alî’deki hareketleri, sarayda derin bir karışıklık vücûda getirince Sultan Mustafa’ya mukarribleri tarafından “Sultan Selîm ile Şehzâde Mahmud îdâm edilirse tahtta kalırsınız.” dendiğinden, Padişah ikisinin de öldürülme emrini vermişti. Padişah’ın bundan maksadı kendisinin hal’ini imkansız hale getirmekten ibâret görünmektedir. Bunun üzerine Sultan Selîm’in odasına gidilerek, bu tâlihsiz ve mahlû’ hükümdar şehîd edilmiş ve cenâzesi Arz Odası’nın önüne konmuştur.Cenazesi, Lâleli Camii avlusunda babası Sultan Üçüncü Mustafa'nın yanına defnedildi.

SULTAN DÖRDÜNCÜ MUSTAFA

Sultan Mustafa, talimli ve kuvvetli bir ordunun vücuda getirilmesine taraftar olmuş ve bunun Ocaklar’ın kuvvetlendirilmesi ve ıslahı ile mümkün olacağına kani bulunmuştur. Onun bu yönde giriştiği teşebbüsler, Nizam-ı Cedîd’den mutazarrır olan geniş ahâli tabakasının gayri memnûnluğunu şahsî menfaat ve selâhiyetlerini artırmakta kullanan âyanca hoş karşılanmamış ve aleyhinde havanın doğmasına sebep olmuştur. Böylece Nizâm-ı Cedîd’e de, Sultan Selîm’e de, daha bir iki sene evvelki Edirne vak’asında bilfiil cephe almış bulunan Alemdar ile etrafındaki âyanların muhâlefetini celbetmiştir. Böylece bu âyan hakîkatte devlet kudretine iştirak, zahirde de isyancıları te’dîb için harekete geçmişler ve çok karışık adamlardan ibâret bulunan cedîdci Rusçuk yârânının çalışmalarıyla da muvaffak olup, Sultan Mustafa’yı tahttan indirmişlerdir.
Sultan Mustafa hal’den sonra fazla yaşamamış ve Alemdar’ın öldürülüşü vak’asında, II. Mahmud’un emriyle öldürülmüştür. Cenâzesi, I. Abdulhamîd’in türbesine defnedilmiştir.
Olayı daha ayrıntılı görecek olursak:
Yeni padişah, İstanbul’da asayişi sağlayabilmek için harekete geçti. İşi, halkın mallarını yağmalamaya kadar götüren zorbaları tamamen sindirebilmek için büyük bir güce ihtiyacı vardı. Alemdar Mustafa Paşanın İstanbul’a gelmesini istedi. 16 bin kişilik kuvvetle harekete geçen Alemdar, öncelikle isyanın önderi Kabakçı Mustafa’yı öldürttü. Daha sonra zorbaları ortadan kaldırmaya ve fesatçıları sürmeye başladı. Bu sırada kendisine, Sultan Üçüncü Selim’in tekrar tahta çıkarılması için telkinler yapıldı. Onun bu niyetini sezen sadrazam Çelebi Mustafa Paşa İstanbul’u terk etmesini istedi. Bunun üzerine Alemdar, 28 Temmuz 1808 günü 15 bin kişiden fazla askeriyle Babıâli’yi bastı. Sadrazamdan mührünü aldı. Eski padişahın yeniden tahta çıkması halinde kendilerini öldürteceğinden korkan asiler ve bazı devlet adamları, Sultan Üçüncü Selim ve Şehzade Mahmud’un öldürülmesi için ferman çıkarttılar. Nitekim zorla saraya giren Alemdar, Sultan Üçüncü Selim’in hançerlenmiş cesediyle karşılaştı. Hizmetkârlarının yardımı ile hayatını kurtaran Şehzade Mahmud’u padişah ilân etti. Sultan Dördüncü Mustafa ise Topkapı Sarayı’na yerleştirildi.
Yeni sadrazam hiç vakit kaybetmeden, özellikle orduda köklü değişikliklere girişti. Ancak 3 ay kadar sonra yeniçeriler büyük bir isyan başlattılar. Sadrazamın bulunduğu mekânı kuşattılar. Alemdar Mustafa Paşa dışarıdan yardım gelmeyince, bulunduğu yeri havaya uçurdu. Yüzlerce isyancı telef oldu. Kendisi ve yakın adamları da dumandan boğuldu. Yeniçeriler saraya saldırıp Sultan Dördüncü Mustafa’yı tekrar başa geçirmek istediler. Bu durum 16 Kasım 1808’de öldürülmesine yol açtı. Bahçekapı’da babasının türbesine defnedildi. Saltanat müddeti bir sene iki ay olup, vefat ettiğinde 29 yaşında idi.

SULTAN İKİNCİ MAHMUD

Şiiri, edebiyatı ve bilimi seven, halk arasında dolaşmayı ve onların dertlerini dinlemeyi gerekli gören, tarihimizin en yenilikçi liderlerinden olan Sultan İkinci Mahmud, Osmanlı Devleti'ni gerek sosyal bakımdan, gerekse uygarlık açısından ileri bir ülke yapmaya çalıştı.Sultan Mahmud’un felaketli meş’ûm saltanatı son bulmuş ve çektiği korkunç acılar –devletin içte ve dışta çektiği sıkıntıların etkisiyle- ve ızdırablara zâten ince hastalıktan muzdarip bünyesi de tahammül edememiş ve 31 senelik bir hükümdarlıktan sonra 54 yaşının içinde âhirete göçmüştür (30 Hazîran 1839/17-18 Rebîülâhir 1255, Pazartesi gecesi)Türbesi, Çemberlitaş Divanyolu Caddesi üzerindedir.

SULTAN BİRİNCİ ABDÜLMECİD


22 yıllık saltanatı süresince çok büyük iç ve dış gailelerle uğraştı. Devlet kademelerini ele geçiren, İngiliz, Fransız ve Rus yanlısı sözde devlet adamlarının verdiği zararları en aza indirmek için çok çalıştı. Sadrazamlık makamına kadar çıkan bu işbirlikçilerin dayatması sonucu çıkarılan kanunlarla, Avrupa’daki şer odaklarınca plânlanan pek çok değişiklik yürürlüğe konuldu. Bunlarla gözleri boyadılar. Bu senelerde Avrupa’da, fizik, kimya üzerinde dev adımlar atılıyor, yeni buluşlar, ilerlemeler oluyor, büyük fabrikalar, teknik üniversiteler kuruluyordu. Osmanlılarda bunların hiçbiri yapılmadı. Hatta, Fatih devrinden beri medreselerde okutulmakta olan fen, matematik derslerini büsbütün kaldırdılar. Din adamlarına fen bilgisi lâzım değildir diyerek, kültürlü, bilgili âlimlerin yetişmelerine engel oldular. Düşmanların yaldızlı reklamlar ve sahte dostluklarla örtmeğe çalıştıkları imha hareketlerini, herkesten önce anlayan sultan, çok zaman sarayında hüngür hüngür ağlardı. Memleketi, milleti kemiren düşmanlara karşı koymak için tedbirler arardı.
Ricâlinin devlet şuurundan yoksunlukları, yabancı müdâheleleri, halkın hükûmetine duyduğu nefret onu hûzursuz etmiş; devrinde vücûd verilen tasarrufların yanlışlığı, ecdadının yolundan sapmalar, rakik vicdanında derin bir acı tevlîd etmiş; saraya üşüşen Avrupalı sefirlerin tazyikiyle iş başına getirdiği devlet adamlarının, devletin temelini dinamitleyen icraatlarına engel olamamanın verdiği üzüntüsiyle, nefsini kahredici bir yola girmesine ve genç yaşta ölümüne sebep olmuştur.Lübnan hâdiselerinin netîceye bağlanmasından kısa bir müddet sonra 21,5 senedir saltanatta bulunan, henüz 39 yaşındaki sultan, yakalandığı ince hastalıktan kurtulamayarak vefât etmiştir. (25 Hazîran 1861/16 Zilhicce 1277, Salı, Saat 3) Sultan Abdülmecid, Yavuz Sultan Selim'in türbesi yanındaki mezarına defnedildi. Ecdâd-ı îzâm içinde en ziyâde Yavuz Sultan Selîm’i severdi ve ona pek ziyâde hürmet ederdi. Binâenaleyh türbesini anın türbesi yanında binâ ettirmiş idi. Fakat bunun daha yüksek bina edilmiş olduğunu görecek “Yavuz Sultan Selîm gibi bir pâdişâh-ı zişânın türbesinden yüksek kubbe yaptırmak hilâf-ı edebdir.” Diyerek, daha alçak olarak tekrar binâ etdirmiş idi. Bahtı kavî, tâlii yâver, kadirşinâs, bendeperver bir pâdişah-ı merâhim-güster idi.


SULTAN ABDULAZİZ HAN


Mustafa Reşid Paşa’nın yetiştirdiği mükemmel bir diplomat olan Ali Paşa’nın Eylül 1871’de vefat etmesi, Osmanlı Devleti açısından içte ve dışta tam bir yıkım oldu. Osmanlı Devleti’nin kaht-ı ricâl devri başladı. Artık devlet, kültürlü ama vasıfsız bir sadrazam olan Mahmûd Nedim Paşa’nın; Mısır Hidivlerine dış borçlanma yetkisi vererek Mısır’ı İngilizlere bir nevi satan Mithad Paşa’nın ve tam bir cani olup Amerikalılardan açıkça rüşvet alan Serasker Hüseyin Avni Paşa’nın elinde kalmıştı.

1876’da Mithad Paşa ve ekibinin akılsız tasarruflarından dolayı, dış borçlar 200 milyon altını geçiyordu. Rus Büyükelçisi Kont İgnatiyev’in tahrikleri ve Sadrazam Mahmûd Nedim Paşa, Adliye Nâzırı Mithad Paşa ve Ticâret Nâzırı Mahmûd Celâleddin Paşa’nın menfaatleri uğruna, Ekim 1875’de 6 Ramazan Kararnâmesi diye bilinen ve istikraz faizlerini % 50 indiren kararnâme ilan edildi. Avrupa Devletleri ayağa kalktı.

Bu arada Hersek ve Bulgaristan isyanları da alabildiğine genişleyerek devam ediyordu. Rusya’nın tahriki ile 6 Mayıs 1876’da Almanya ve Fransa’nın Selanik Konsolosları katledilince tansiyon fevkalade yükseldi. Devleti içte ve dışta rezil eden Mithat Paşa ve ekibi, suçu Sultân Abdülaziz’e yıkarak onu hal’ etmeye karar verdiler. İngiltere’yi arkalarına almışlardı ve onlardan para desteği alıyorlardı.

Önce rüşvet vererek, üniversite talebeleri demek olan talebe-i ulûmu ayaklandırdılar. Bunun üzerine Osmanlı Devleti’ni yıkan ve tarihe 4 büyükler yahut Hal Erkânı diye geçen dört vasıfsız adam devletin en önemli makamlarına geldiler (11 Mayıs 1876): Mütercim Rüşdi Paşa sadrazam, Hüseyin Avni Paşa serasker, Mithad Paşa devlet nâzırı ve ehliyetsiz müfsid imam diye bilinen Hasan Hayrullah Efendi Şeyhülislâm oldular.

Abdülaziz’in devlete verdiği yeni şekil ve özellikle de yeni donanmadan korkan İngiltere, kuklası olan Mithad Paşa’yı kullanarak Padişah aleyhindeki her hareketi takip ediyordu. 30 Mayıs 1876’da Harbiye Mektebi kumandanı Süleyman Paşa, çoğu Türkçe bilmeyen iki tabur askeri kandırarak Dolmabahçe Sarayı’nı bastı ve Padişah’ı tahttan indirdi. Hal’ fetvâsını Padişah’ın şuurunun bozukluğuna dayandıran Şeyhülislâm ise, hırsının esiri ve inkılabcıların oyuncağı olmuştu.

Padişah hal’ edilmekle kalmadı; Dolmabahçe Sarayı tam manasıyla yağmalandı. Hüseyin Avni Paşa, hem hırsız ve hem de namussuz biri idi. Askere bahşiş dağıtılarak memnuniyetsizlikler bastırıldı. Artık 30 Mayıs 1876 tarihinden itibaren, bütün bu olup bitenlerin arkasında olan ve Osmanlı Padişahları arasında mason olduğu bilinen V. Murad Osmanlı tahtında oturuyordu. Sultân Aziz, 4.6.1876 tarihinde yani hal’ından 5 gün sonra, Hüseyin Avni Paşa’nın kiralık katilleri eliyle, kol damarları intihara benzeyecek şekilde kesilerek şehid edildi ve resmen intiharmış gibi gösterildi.
İntihar değil cinayet! Sultan Abdülaziz Han, kendisinden bir tas sıcak çorba ve bir dilim ekmeğin bile esirgendiği Topkapı Sarayı’nda 3 gün kaldıktan sonra, burada karşılaştığı uygunsuz davranışlar ve içinde bulunduğu mahrumiyet sebebiyle, yeğeni yeni padişaha bir mektup yazmıştı. O zamanki gazetelerde de yer alan bu tezkiresinde, yeni padişahı tebrik ediyor ve başarılı hizmetler temenni ediyordu. Satır aralarında kendisini bu hâle, yine kendi eliyle silâhlandırdığı askerin getirdiğinden söz ediyor ve bu ızdıraplı yerden alınarak şartların daha iyi olduğu başka bir mekâna nakledilmesini talep ediyordu.

İhtilâlciler padişahı öldürmeyi zaten kafalarına koymuşlardı. Mahpus da olsa sevilen bir hükümdarın yaşaması, kendi varlıklarının devamı açısından sakıncalıydı. Aklını kaybetti diye fetva çıkarıp tahtından indirdikleri kimsenin, gayet mantıklı cümlelerden meydana gelen mektubunun basında yer alması, onlar için son derece tedirgin edici bir durumdu. Kendilerine yalan söylenerek ihtilâle alet edilen ordu mensupları ve uydurma bir fetva ile kandırılan halk arasında kıpırdanmalar başlamıştı.

İkinci bir Yavuz gözüyle bakılan ve kendisinden çok şey beklenen eski padişahın düştüğü duruma milletin yüreği yanıyordu. Hatta hemen türküler yakılmış halk arasında dalga dalga yayılmaya başlamıştı:

Seni tahttan indirdiler,

Beş çifteye bindirdiler,

Topkapı’ya gönderdiler,

Uyan Sultan Aziz uyan,

Kan ağlıyor bütün cihan.

Artık ihtilâlciler için durum tehlikeli bir noktaya gelmiş, onu ortadan kaldırma konusundaki kararlarını çok acele uygulamaya koymaktan başka çare kalmamıştı.

Özellikle ihtilâlin elebaşısı Serasker Hüseyin Avni Paşa, yönetimi bütünüyle ele geçirmişse de yeni padişahın emrine karşı gelinememiş ve Sultan, 2 Haziran sabahı erkenden, yine bütün aile fertleriyle birlikte Ortaköy’deki Feriye Sarayları’nın Feriye Karakolu bitişiğindeki bölümüne nakledilmişti.

Sarayın bu bölümünün biri hariç bütün kapıları iptâl edilmiş, bir tabur asker ile sıkı bir koruma sağlanmıştı. Bu mekânda geçirdiği 48 saat süresince Sultan Abdülaziz Han kapatıldığı odada sürekli ibadet etti ve Kur’an-ı Kerim okudu.

Yanında, tahttan indirildiği gün pelerininin altına soktuğu ve bu ana kadar yanından ayırmadığı ve kimsenin de istemeye cesaret edemediği, büyük amcası Sultan Üçüncü Selim Hanın tarihî palasından başka silâhı yoktu. Başına gelecekler sanki içine doğuyordu. Sevgili annesi Pertevniyal Valide Sultan ile bu beş gün içinde kaç defa dertleşmişlerdi. Bunlar er geç kendisine bir zarar vereceklerdi...

Hüseyin Avni Paşa, padişahın ihsan-ı şahanesi Kuzguncuk’taki yalısının bir penceresinden diğerine koşuyor, elindeki dürbünüyle karşı kıyıdaki sarayı gözlüyordu. İhtilâl sabahından farklı olarak bu defa yalnızdı. Daha önceden plânlandığı gibi cinayetten sonra ortalığı velveleye vermeleri söylenen hazinedar kalfaların çıkaracağı gürültü için kulağı kirişte bekliyordu.

4 Haziran sabahı saat 9:30’da, daha önceden bahçıvan kadrosuyla saraya sokulan ve 100 altın maaş bağlanan Cezayirli Mustafa Pehlivan, Yozgatlı Pehlivan Mustafa Çavuş ve Boyabatlı Hacı Mehmed Pehlivan ile Mabeyinci Fahri Bey, Sultan’ın odasına daldılar. Binbaşı Necip ve Ali Beyler yalın kılıç kapının iç tarafında, Reyhan ve Rakım adındaki harem ağaları da dışarıda bekliyorlardı. Üzerindeki gece elbiseleriyle sedirde oturan padişah hücuma geçen katilleri görünce bir an şaşalamıştı. Pehlivanlardan biri bir dizine diğeri öteki dizine çökmüş, Fahri Bey de kollarıyla arkadan sarılmıştı. Üçüncü pehlivan Yozgatlı Mustafa, Fahri Beyin kendisine verdiği keskin bir çakıyla padişahın önce sol, sonra da sağ bileğini kesivermişti. Sultan Abdülaziz Han bileklerindeki derin kesiklerden kanlar fışkırırken “Aman Allah’ım!” demiş ve kendinden geçmeye başlamıştı.

Katiller odada 5 dakika kadar kalmışlardı. İşlerini şimşek hızıyla bitirmişler ve kimisi pencereden, kimisi sofadan geçerek ana kapıdan yandaki karakola kaçmışlardı. Fahri Beyle iki harem ağası ise saray odalarına dağılmışlardı. Hüseyin Avni Paşanın saraydaki diğer casusları Arzı Niyaz, Ebru Nigâr ve Ebru Keman Kalfaların ortaya çıkıp görevlerini yapma zamanı gelmişti. Padişahın bulunduğu odaya gireceklerine müthiş bir vaveylâ kopardılar. Hatta bazı pencerelerin camlarını kırdılar. Boğaz’ın esintisi bu sesleri karşı kıyıya ulaştırdığında, Hüseyin Avni Paşa kendisini münasebetsiz bir zamanda ziyarete gelen Bursa Valisi Veliyyüddin Paşayı başından savmakla meşguldü.

İşyerine gelip gitmesi için padişahın Serasker’e hediyesi olan gösterişli Beş çifte, 10 tane kürekçisiyle zaten harekete hazır bekliyordu. Hüseyin Avni Paşa karşı kıyıdaki çığlıkları duyar duymaz kayığa atladı ve büyük bir hızla 10 dakikada saraya ulaştı. Bu arada saklandığı yerden çıkan Fahri Bey kapıyı kırdırmış ve Valide Sultan ile birlikte padişahın odasına girmişlerdi. Ortadaki masanın üzerinde Yusuf Suresi açık bir Kur’an-ı Kerim duruyordu. Sultan Abdülaziz Han bileklerinden kanlar akan ellerini annesinin göğsüne koymuş “Allah! Allah!” diye inliyordu.

Efendilerinin durumuna yanan saray mensuplarının feryatları, rollerini oynamaya devam eden harem ağaları ve hazinedar kalfaların çıkardığı gürültülere karışmıştı. Bu arada Hüseyin Avni Paşa ve Donanma Kumandanı Arif Paşa odaya girmişlerdi. Saatler 9:45’i gösteriyordu.

Hüseyin Avni Paşa her zamanki gibi soğukkanlılıkla orada da yönetimi eline almıştı. Kadınları odadan çıkarmış, daha can vermemiş padişahı çağırdığı askerlerle yandaki karakol binasına taşıtıvermişti. Bu arada çevresindekilere “Sultan Aziz vefat etti. Makasla kollarını kesmiş. Şimdi doktorlar gelip rapor tutacak. Padişahımız efendimiz nereyi irade buyururlarsa oraya gömeceğiz. İşi uzatmamak lazımdır.” gibi sözler söylemeye başlamıştı bile.

Sultan, karakol binasının alt katında, kahve ocağının karşısında erlerin oturduğu minderlerin üzerine yatırılıvermişti. Bu arada Sadrazam Mütercim Rüştü Paşa ve Mithat Paşa da karakola gelmişlerdi. Padişah can çekişirken üç paşa ve yardakçıları gelip, (Bizi azl et!) diyerek alay ediyorlardı. Sultan Abdülaziz Han gözlerini bunlara dikerek yürek yakıcı bir şekilde can vermişti.
Hüseyin Avni Paşa bizzat kendi elleriyle pencerelerden birinin perdesini koparmış ve eski padişahın bütün vücudunu bununla örtmüş, gelen hiçbir doktora cesedi muayene ettirmemişti. Rapora imza koyan doktorlardan çok az bir kısmı sadece kesilmiş bileklerini görebilmişti. Ölüm raporunu imzalamak istemeyen iki doktordan birini Avni Paşa hemen Trablusgarp’a sürdü. Diğerinin de apoletlerini söktü. Üç pehlivana maaş bağlanarak gerçeği açıklamaları önlendi. Sultan Abdülaziz'in naşını yıkayan imamlar, sonradan verdikleri ifadelerde, Sultanın iki dişinin kırık olduğunu, sakalının sol tarafının yolunduğunu, sol memesinin altında büyük bir çürüğün bulunduğunu belirtmişlerdir. Pehlivanlar da, yaptıklarını sonra itiraf etmişlerdir. İsmail Hami Danişmend, 5 ciltlik İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi adlı kitabında Sultanın ölüm sebebinin intihar olmayıp, cinayet olduğunu 31 delil ile izah etmektedir. İntihar eden bir kimsenin iki bileğini küçük bir makasla kendisinin derince kesmesi adli tıbba göre mümkün değildir. Sultanın cenazesi 5 Haziran 1876 günü büyük bir merasimle kaldırıldı. Babası Sultan İkinci Mahmud Hanın Çemberlitaş'taki türbesine defnedildi.
Otuz ikinci şehit Osmanlı Padişahı Abdülaziz Han çok dindar bir padişahtı. Ve ömrü boyunca namazını hiç terk etmemişti. Fransa Kralı ve İngiltere Kraliçesi’nin daveti üzerine çıktığı Avrupa seyahatinde ne olur ne olmaz diyerek tedbirli davranıp, abdest suyunu dahi beraberinde götürmüştü. Daha sonraları menfaati zedelenen bazılarınca, cinayet şebekesi kurdurularak hunharca öldürülüp hadiseye intihar süsü verilmişti. Abdülaziz’in vefatını öğrenen İstanbul halkı çok sevdikleri padişahları için “Babamız öldü!” çığlıklarıyla sokaklara dökülmüşlerdi.

SULTAN BEŞİNCİ MURÂD


Sultan Beşinci Murad, tahttan indirilen Sultan Abdülaziz'in yerine 30 Mayıs 1876'da padişah oldu. Ancak, Osmanlı Devleti'ni kurtarmak için meşrutiyetin kurulmasını isteyen, bu düşünce ile tahta güvendikleri bir hükümdar getiren aydınların umudu yine kırılmıştı. Tahta çıktıktan sonra, Yeni Osmanlılar Cemiyetinin emirleriyle hareket eder olmuştur. Sadrazam Mehmed Rüşdü Paşa, Serasker Hüseyin Paşa ve Mithad Paşa umduklarını bulamamış ve halk nezdinde olup bitenler konuşulduğundan dolayı, halk desteğini kaybetmişlerdir.

V. Murad’ın aklî melekesi zaten karışık olduğundan, amcası Abdülaziz’in hal’i ile ilgili ayrıntılı bilgileri öğrenince iyice sağlığını kaybetmiştir. Nihâyet 15 Haziran 1876 gecesi, Girit isyanını görüşmek üzere toplanan vükelâ meclisini basan Sultân Abdülaziz’in kayınbiraderi ve hünkâr yaveri olan Binbaşı Çerkez Hasan, tabancasını çekerek Serasker Hüseyin Avni Paşa’yı, Hâriciye Nâzırı Râşid Paşa’yı ve bazı görevlileri öldürmüştür.Mithat Paşayı kovaladı ise de, aşçının dolabına saklanan paşa ölümden kurtuldu. Yaralı yakalanan Hasan Bey, ertesi gün Beyazıt Meydanı’nda idam edildi.

Olaydan etkilenen V. Murad’ın durumu iyice bozulmaya başlayınca, uzmanlardan hastalığı ile alakalı rapor alınmış ve buna dayanılarak verilen fetvâ ile 31 Ağustos 1876 tarihinde hal’ına karar verilmiştir. Daha sonra sıhhatine kavuşmuş ise de, II. Abdülhamid’in hem iyi davranması ve hem de tedbirler alması sebebiyle devlete zarar verememiştir
93 gün kaldığı Osmanlı tahtından 31 Ağustos 1876 günü indirildi. Tahttan indirildikten sonra, ailesiyle Çırağan Sarayı’na yerleştirildi. Orada 28 yıl daha yaşadı. Daha sonra hastalığı geçerek iyileşti. Vaktini okumak ve torunlarını okutmakla geçirdi. Sultan Beşinci Murad, 29 Ağustos 1904 tarihinde şeker hastalığından vefat etti ve annesi Şevk-Efza Kadın Efendi'nin Yeni Cami'deki türbesine defnedildi.

SULTAN İKİNCİ ABDÜLHAMİD


Hâl heyeti karşısında sultanın vakur ve soğukkanlı tutumunu hadisenin canlı şahidi kızı Ayşe Sultandan dinleyelim:

'Cevat Bey içeri girerek Millî Meclis'ten heyet geldiğini haber verdi. Babam 'Buyursunlar' dedi. Başkâtip önde olarak gelen heyet içeri girdi. Dört kişi idiler. Babamın karşısına sıra ile durup kısa birer selâm verdiler. Babam mukabele etti. Gelenler Arnavut Esat Toptanî, Laz Arif Hikmet Paşa, Ermeni Aram Efendi ve Yahudi Karaso Efendi idi.

Başta duran Esat Toptanî yekten,

- Millet seni azletti, dedi.

Babam metin ve gür bir sesle,

- Zannedersem hâl'etti demek istiyorsunuz. Pek âlâ!. Buna gösterilen sebep nedir, diye cevap verdi.

O zaman ikinci askerî şahıs ki bunun da Arif Hikmet Paşa olduğunu sonradan öğrendik, fetva suretini okumaya başladı. Fetva şöyle başlıyordu:

- 'İmam-Müslimin olan Zeyd bazı mesail-i mühimme-i şer'iyyeyi Kütüb-i şeriyyeden tayy ü ihraç ve kütüb-i mezkûreyi men ü hark ü ihrak...'

Bu 'Kütüb-i şerr'iyeyi hark ü ihrak' yani şerî kitapları yırtıp yakma sözleri geçince babam yüksek sesle,

- Ben hangi kütüb-i şeri'yyeyi yakmışım Hasbunallah derim, dedi ve fetvayı sonuna kadar dinledi.

Fetvanın okunması bitince:

- Bu kararı hangi makam verdi, diye Arif Hikmet Paşa'ya sordu.

Arif Hikmet:

- Meclis-i Millî, diye cevap verdi.

Bunun üzerine babam:

- Ya... öyle mi, dedikten sonra şu sözleri söyledi:

- Otuzüç sene millet ve devletim için, memleketimin selâmeti için çalıştım. Elimden geldiği kadar hizmet ettim. Hâkimim Allah ve beni muhakeme edecek De Resulullahtır. Bu memleketi nasıl buldumsa öyle teslim ediyorum. Hiç kimseye bir karış toprak vermedim. Hizmetimi ancak Cenab-ı Hakk'ın takdirine bırakıyorum. Ne çare ki düşmanlarım bütün hizmetlerime kara bir çarşaf çekmek istediler ve muvaffak oldular.

Neticede Meclis’i toplayan İttihâdcı Tal’at Bey, 27 Nisan 1909 tarihinde, silah tehdidi altında Meclis’den hal’ kararını çıkardı ve içinde hiç Müslüman Türk bulunmayan dört kişilik heyetle (Yahudi Emanuel Karaso, Ermeni Komitecisi Aram Efendi, Arnavud Es’ad Toptani Paşa ve Gürci Ârif Hikmet Paşa) hal’ kararını II. Abdülhamid’e tebliğ ettirdi. Böylece Osmanlı Devleti’nin yıkılış trendi, maalesef hız kazanmıştı.

13 Nisan 1909’da Selânik’ten toplanan Bulgar, Sırp ve Yunan yağmacılar İttihat ve Terakkî tarafından İstanbul’a gönderildi. Kumandanlar padişaha gelerek, Hareket Ordusu denilen bu derme çatma kuvveti kolayca dağıtabileceklerini beyan ettiler. Ama o, Müslümanı Müslümana kırdıramayacağını söyledi. Bu çapulcu sürüsü, 11 gün boyunca İstanbul’da terör estirdi. Sonuçta, İttihat ve Terakki’nin başı Talât Bey, Meclisi tehdit ederek “tahttan indirme” kararı aldırdı. Padişah 27 Nisan 1909’da ailesiyle birlikte trenle Selanik’e götürüldü. 1912’de Beylerbeyi Sarayı’na getirildi.

Bunu İttihâdcıların zayıf siyâsetleri ve en önemlisi de dindeki zaafları sebebiyle, Arabistan’da Şerif Hüseyin Paşa’nın başlattığı Arab İsyanı takip etti (Haziran 1916). 1913’de İttihâdcıların takip ettiği Türkçülük siyâseti, Suriye’de Azımzâdelerin başını çektiği Fransızlarla ittifak hareketini doğurdu. Neticede Osmanlı Devleti bütün cephelerde mağlup oldu. Bu acıya dayanamayan II. Abdülhamid, 10 Şubat 1918’de vefat etti. Ertesi gün kılınan namazdan sonra, devrindeki mutlu günlerin özlemiyle yanan İstanbul halkının gözyaşları arasında, dedesi Sultan İkinci Mahmud’un Çemberlitaş’taki türbesine defnedildi.


SULTAN MEHMED REŞAD

İhtiyar Sultan, senelerden beri rahatsızdır. Sık sık böbrek sancıları çekmektedir. Son olarak sancıları iyice artınca, tedavi ettirilip mesanede taş teşhisi koyulup ameliyat edilmesine karar verilir. Bütün hazırlıklar yapılır ve güçlükle ameliyat masasına getirilir. Orada, kıbleye teveccüh edip ellerini açarak, insanın rikkatine dokunan şu duayı yapar: “Yarabbi! Milletimin ve memleketimin bütün mukadderatını hayırlara tahvil et! Eğer milletim ve memleketim için zararlı olacaksam beni bu ameliyat masasından kaldırma!” diyerek bütün samimiyetiyle Rabbine münacatta bulunan vatansever bir padişahtı.

Etrafında bulunanlarla ve doktorlarla helalleştikten sonra cesaret ve metanetle ameliyat masasına yatar. Yakınları, ameliyat sırasında Padişah’ın: “Yarabbi ümmet-i Muhammed’i ağlatma, bana da bu acıları çektirme” diye sayıkladığını naklederler.

Ameliyattan sonra kendisini tebriğe gelenlerin, “Mâşâallah! Büsbütün iyileştiniz. Artık yüz seneden fazla muammer(ömürlü) olursunuz” gibi sözlerine Sultan Reşad:

“- Ne kadar yaşayacağımızı biz bilmeyiz. Ancak Cenab-ı Hakk bilir! Mukadder ne ise ömrümüz o kadar olur! Yalnız diyebiliriz ki

Bin yıl yaşasak yine cihan bu,

Gerdiş bu, zemin bu, asûmân bu!”

diye cevap verir.

Sultan Reşad ameliyattan bir gece evvel de oldukça enteresan bir rüya görür:

Rüyasında, oturduğu odanın kapısı açılır ve içeri Arap kıyafetinde biri girip Padişahın yanına oturur. Hünkâr kendisine ‘Siz kimsiniz?’diye sorunca, gelen şahıs da “Ruhunuzu kabza geldim” cevabını verir. Bu sırada Padişah boynu bükük ve mütevekkil bir vaziyette beklerken aynı kapıdan iki güvercin gelerek, gelen şahsa: “O’nun ruhunu alma, bizim ruhumuzu al” derler.

Bu esnada Padişah uyanır. Sabahleyin nöbetçi bulunan Musahip Şakir Ağa’yı çağırır ve:

“Beşiktaş sarayına git, kuşçubaşıyı bul. Benim sevdiğim iki güvercin vardır; her birini ayrı kafeslere koyarak sana teslim etsin, onları bana getir” diye emreder. Ağa hemen kuşçuyu bulup birlikte kuşhaneye giderler. Kuşhaneden içeri giren kuşçubaşı ile Şakir Ağa bir de ne görsünler? Padişahın irade buyurduğu kuşlar ölü değil mi? Tabii kimsenin rüyadan haberi olmadığı için bu kuşların ölümü keyfiyeti fena halde kendilerini ürkütür ve bir türlü huzura çıkıp bu hakikati söylemeye dilleri varmaz. Neden sonra Padişah, ağanın gelip gelmediğini sorduğu zaman, ağanın eli boş döndüğünü görünce ondan evvel kendisi:

— Kuşlar ölmüş değil mi? der.

Ağa önüne bakarak: ‘Allah ömr-i şahanenizi müzdad buyursun’ diyerek hayretler içinde kalır.

Bu dertli Padişah’ın yıllar boyu çektiği şeker hastalığı, son zamanlarda artmış ve onu yatağa sermiştir. Maddeten olduğu gibi manen de bitkindir. Artık, hiçbir zaman ihmal etmediği devlet işleriyle bile uğraşmak istemiyor, imzalaması gerekli kâğıtlar geldikçe:

—Beni rahat bıraksalar da haysiyetimle ölsem, demektedir. Bu sözlerde aslında ittihatçılara karşı büyük bir sitem gizlidir.

Devletin ikbalinin idbara döndüğü o kasvetli günlerin birinde cephelerden gelen haberlerle perişan olan Sultan Reşad, Hırka-ı Saadet Dairesi’nde ümmetin selametine dua ederken bir şeker krizi geçirerek oraya uzanıp kalır. Saraya getirildikten sonra da vefat etmiştir.(3 Temmuz 1918).

Ölümünden 7 yıl evvel cenaze masraflarını Hazine-i Hassa Umum Müdürlüğü’ne emaneten vermiş ve : “Öldükten sonra cenazemin irade ile kalkmasını istemem” demiştir.

Vefatında evlatlarına ve ailesine hiçbir şey bırakmamıştır. Sadece hepsinin birer evleri ve kadın efendilerin de irad olarak birer dükkânları vardır. Bu hususta da:

- Millete bar (yük) olmasınlar; demiştir.

“Ebedi uykumu su ve çocuk sesleri yanında uyumak isterim” diyen bu Allah dostu, Eyüp’teki türbesinin yanına sağlığında bir de ilkokul yaptırmıştır.

Sultan Mehmed Reşad, memleketin içinde bulunduğu durumun ıstırabı içinde, 4 Temmuz 1918 Kadir gecesi, 74 yaşında vefat etti. Türbesi Eyüp İskelesi’nin karşısındadır.



VAHİDÜDDÎN HAN

16 Mart 1920’de İstanbul işgal edilince 23 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisi Ankara’da toplanmıştır. Düşmanlar Sevr Muâhedenâmesini, ne işgal altındaki Osmanlı Devleti’ne ve ne de Ankara Hükümetine imza ettirememişlerdir. Anadolu’da imanlı milletin desteğiyle muvaffakiyetler kazanan Kuvay-ı Milliye ekibi ve özellikle de Mustafa Kemal ve arkadaşları, Başvekil Rauf Orbay’ın muhâlefetine rağmen, Anadolu’ya saltanat ve hilâfeti kurtarmak için geldiklerini çeşitli nutuklarında söylemelerine rağmen, evvela saltanata cephe almaya başlamışlardır.
Cumhuriyet İdaresi kurarak Cumhurreisi olmak isteyen Mustafa Kemal, Türkiye Büyük Millet Meclisine 1 Kasım 1922’de saltanatı ilga ettirmiştir.Saltanatın ilgasından on gün kadar evvel İstanbul’a gelen Re’fet Paşa ilga sırasında padişahla görüşmüştür. Padişah memleketten gitme kararında değildir. Re’fet Paşa Anadolu’da efkârın müşevveş olduğunu, belki kendilerinin mahkemeye dahi sevk edileceğini söylemiştir. Padişah mahkemeye sevk edilmeye hazır olduğunu, bundan çekinecek bir şey olmadığını beyan etmiştir. Bilahere Re’fet Paşa hanedanın devletin ve milletin selameti ahali içinde karışıklığa meydan verilmemesi için fedakârlıkta bulunmaları lazım geldiğini teharüs ettirmiştir. Ancak bu hassas nokta padişahın inadını tebdil ettirebilmiş ve memleketi terk etme kararı aldırmıştır.
Bu arada kendi nâzırlarından ve meşhur Osmanlı gazetecilerinden Ali Kemal Bey’in, bazı kimseler tarafından İzmit’e kaçırılarak linç edilmesi, Sultân Vahidüddin’in Ankara’daki havayı sezmesine yardımcı olmuştur. Ankara’nın niyetini anlayan Sultân Vahidüddin, hem yeni kurulacak olan devlete zorluk çıkarmamak ve hem de daha fazla hakaretlere maruz kalmamak için İstanbul’u terk etme kararı almasında etkili olmuştur. Büyük Millet Meclisi hükümeti 1 Kasım 1922’de hilafet ile saltanatın ayrıldığını ve saltanatın kaldırıldığını bir kanun ile ilan etti. Vahdettin Han’ın adı hutbelerden kaldırıldı. Bunun sonucunda Sultan Vahdettin Han 17 Kasım 1922 Cuma günü Dolmabahçe Sarayı’ndan Malaya harp gemisi tarafından alınıp Malta Adası’na götürüldü.
Sultan Vahideddin, vatanından koparken yanında şahsî eşyası dışında hiçbir şey götürmedi. Hazineden bir iğne bile almadı. Oradan Melik Hüseyin’in daveti üzerine Mekke’ye oradan da İtalya’daki San Remo şehrine giderek ikamet etti.
Ancak gelin görün ki vatanına bunca bağlı bir padişah ülkesinden ayrıldıktan çok kısa bir süre sonra (dört yıl) yaşadığı yabancı memleketlerde vefat edince, kasaba, bakkala ve fırına olan borçlarından dolayı cenazesi 15 gün boyunca tabutunda kalmış ve borçları ödenmeden naaşı kaldırılamamıştır. Vahdettin Han, acı ve sıkıntı içinde geçen bir sürgün hayatından sonra, 16 Mayıs 1926’da 65 yaşında İtalya’da vefat etti. Cenazesi Şam’a getirilerek Sultan Selim Camiî Haziresine defnedildi

HALİFE ABDULMECİD EFENDİ

II. Abdülmecid 18 Kasım 1922’de Halife Abdülmecid Efendi ünvanıyla hilâfet makamına oturmuştur. 1 yıl 3 ay kadar süren hilâfeti, saltanat yetkileri bulunmayan hükmî bir hilâfettir. Arapça, Farsça ve Fransızca’nın içinde bulunduğu 6 yabancı dil bilen, iyi bir hattât, ressâm ve müellif olan Abdülmecid Efendi, hala kızında muhafaza edilen ve tarihimizin önemli noktalarını aydınlatacak olan 12 ciltlik Hâtıralar kitabını kaleme almıştır.

Kuvay-ı Milliye 6 Kasım 1922’de İstanbul’a girmiş ve 29 Ekim 1923 tarihinde de Cumhuriyet ilan edilmiştir. Cumhuriyet’in ilanında, Ankara Türkiye Cumhuriyeti’nin ve İstanbul ise Hilâfetin merkezidir. Ancak İngilizler, hilâfetin İslâm birliğini sağlayan tek sebep olduğunu bildiklerinden, ısrarla hilâfet müessesesinin ilga edilmesini istemektedirler. İşte bu ısrarlı tutumlara, I. Büyük Millet Meclisinden onay çıkmamıştır. Erken seçime götürülen Meclis, yeni üyeleri ile 3 Mart 1924 tarihinde Hilâfeti ilga etmişlerdir. Hilâfetin ilgasının tamamen İngilizlerin baskısı ile olduğu, bütün yönleriyle ortaya çıkmış bulunmaktadır. Böylece İslâm’ın ilk halifesi Hz. Ebubekir, son ve 102. halifesi de Halife Abdülmecid olmuştur. Cumhuriyet dönemi tarihçilerin verdiği bilgilere göre, Mustafa Kemal, hilâfetin ilgasından sonra sadece şehzâdelerin ihrâcı taraftarı idi. Ancak İsmet İnönü’nün katı tutumu, bütün Osmanlı Hânedânının vatandan ihrâcı ve bize miras bıraktıkları vatandan sürgün edilmeleri kararını çıkardı.

Evvela, Halife Abdülmecid, 4 Mart Sabahı yakınları ile birlikte Çatalca’ya sevk edildi ve oradan da trenle Türkiye dışına çıkarıldı. Malları tasfiye edildi ve vatanın sahipleri sahipsiz olarak yâd ellere gönderildi. Dünyanın çeşitli yerlerine giden Hânedân’ın çoğunlukla Beyrut ve Fransa’nın Nice şehrini tercih ettikleri ve sonra da Kahire ve İskenderiye’ye geldikleri görülmektedir. Halife Abdülmecid, sıkıntı ve yokluklar içinde 23 Ağustos 1944 tarihinde Paris’de vefat etti. Vasiyetine rağmen cenazesi kabul edilmeyince, Paris’de 10 yıl bekledi ve sonra da Medine’de Harem-i Şerif’e defn edildi. Son oturduğu evde kira ile ikamet ediyordu.


No comments: